Mart 29, 2024, 00:36:06 öö

Son İletiler

Sayfa: [1] 2 3 ... 10
1
Edebiyat / Ynt: Gölgesiyle Yarışan Tay Masalı
« Son İleti Gönderen: Hüseyin102 Ekim 20, 2018, 18:40:21 ös »



Yekta’nın başkanlığında Mustanglar aralarında iyi bir dostluk ortamı sağlamışlardı. Yekta, Mustang atları ve eski başkan Gera tarafından sorgulanıyor ve kendisine buraya gelmezden önceki hayatı hakkında çeşitli sorular soruluyordu. Bugün bir cümle, yarın üç cümle derken, birkaç ay sonra Mustanglar arasında Yekta’nın hayat hikâyesini öğrenmeyen kalmamıştı. Bu arada grupta bulunan genç bir dişi at, Yekta’ya özel ilgi duyuyor ve her anını Yekta ile paylaşmak istiyordu. Yekta da bu ata karşı ilgisiz kalmamıştı. Baharın gelmesiyle birlikte yeni doğan altı tay gruba katılmıştı. Bunlardan biri, Yekta’nın oğluydu.

Günler günleri, haftalar haftaları kovaladıkça, Yekta’nın dikkatini bir şey çekmeye başlamıştı. Tayların aralarında yaptıkları koşularda oğlunun hep önde olmasını ve aradan zaman geçtikçe diğer taylarla arasındaki farkı arttırmasını gözlemliyordu. Oğlu bu işi severse, emin ellerde uzun süreli bir yetiştirilme evresinden sonra katılacağı yarışmalarda birincilikler alırsa, Türkiye ve Avrupa şampiyonluğu yarışlarını kazanırsa, dünya şampiyonluğu yarışına katılır ve benim başaramadığımı başarır dünya şampiyonu olursa, sıkıntılar bir andan biterdi. Yakışırdı, Rüzgâr’a dünya şampiyonluğu yakışırdı.

Bir yaz sabahı Yekta, Rüzgâr ve Mustang atları ile birlikte yola çıktı. Hedefleri, Yekta’nın sahibinin Amerika’daki arkadaşının yarış atı çiftliğiydi. Oradaki insanlar, Rüzgâr’ın fuleli koşularını görünce mutlaka ilgilenirler ve sistemli bir çalışmadan sonra yarışlara katılmasını sağlarlardı. Başarı geldikçe ilgi artar ve zirve düşünülürdü.

Çiftliği vardıklarında Yekta, sahibi tarafından gözyaşları içinde karşılandı. Yekta’nın sahibi, Yekta’yı, dağlardan gelen at grubunda çok uzaklardan fark etmiş ve onlar daha çiftliğe varmadan koşarak yanlarına gitmiş ve Yekta’nın boynuna sarılmıştı.

“ Güzelim benim, canım Yekta, nerelerdeydin? Dünya şampiyonluğu için şartlanmıştın, olsun, ikinci oldun. Bu yıl yapılacak yarışmaya girer ve şampiyon olurdun. Hemen pes etmek var mı be, aslanım? Bulut olmadan yağmur, soğuk olmadan kar yağar mı? Tabi ki, dünya şampiyonluğu yolunda önüne türlü engeller çıkacak, belki başarı biraz gecikecek ama sabredeceksin ve kazanacaksın. İyi her zaman vardır. O zaman sen iyinin iyisi olmak için, çalışacaksın. Çalışmadan başarı kazanılmaz. “

Sonraki günlerde Mustang atları bahçedeki büyük ekranda, videodan Yekta’nın yarışlarını baştan sona izlediler. Hele o dünya şampiyonluğu yarışı: Yarış süresince Mustang atları ve Gera, tüm güçleriyle, haydi Yekta, haydi Yekta diye bağırmışlar ve yarış bitince Gera, bravo sana diyerek Yekta’yı alnından öpmüştü. “ Sen bizim gönüllerimizin şampiyonusun Yekta. Sana bu yarış sonrasında bir kez daha hayran oldum. “ demişti.

Bu arada yarış atı çiftliğinde bulunan yüze yakın at, Yekta ile tanışmak ve onun anılarını dinlemek için, fırsat kolluyordu. Ertesi gün Avrupa’nın en iyi altı yarış atı, dünya şampiyonluğu yarışına hazırlanmak için, çiftliğe geldi. Yekta bunların arasında bulunan Kara Bomba’yı hemen tanıdı. Demek ki, Kara Bomba, Türkiye Şampiyonu olmuş ve Avrupa’da dereceye girmişti. Şimdi Yekta’nın kafasını şu soru kurcalıyordu: Kara Bomba, Avrupa kaçıncısı olmuştu?

Kara Bomba kendilerini karşılayan çiftlikteki atların ön sırasındaki Yekta’yı görüp yanına geldi:
“ Yekta, nasılsın? Beni tanıdın mı? “

Bunun üzerine gülümseyen Yekta şöyle konuştu:
“ Tanımam mı? Kara Bomba’yı nasıl tanımam? Senin bilmem kaçıncı yarışındı ya, benim ilk yarışımda kıyasıya mücadele etmiştik. Daha sonraki zamanlarda pek çok defa yarışmıştık. Ben bölge şampiyonu olduktan sonra, bir daha yarışamadık. “

“ Doğru. Sonradan sen Türkiye ve Avrupa Şampiyonu olunca şöhretin iyice arttı. Bütün tanıdığım yarış atları sana benzemek ve senin gibi üstün başarılar elde etmek için, çalışmalarını iki, üç katına çıkardılar. Anlayamadığım bir şey var: Neden dünya ikincisi olunca ortadan kayboldun? Sonrası hakkında türlü hikâyeler duydum. “

“ Bak Kara Bomba, ben birincilik için yaratılmışım. Girdiğim her yarışı birinci bitirmeliyim. Dünya ikinciliği beni sarmadı. İlk günler sevinmiştim ama sonradan birinci olamamanın verdiği üzüntü giderek ağırlaştı. Beni tanıyan her şeyden uzaklaşmak istedim. Bu çiftlikten ayrılıp dağlara gittim. O dağlarda, Mustanglarla tanıştım. Mustanglarla tanışmamın bana faydası büyük oldu. Onların başkanı Gera’yla dost olduk. Bu arada bir oğlum oldu. Adı: Rüzgâr. Gel seni onlarla tanıştırayım. “

Yekta, daha sonra Kara Bomba’yı, ailesiyle ve Mustanglarla tanıştırdı. Bir arada olmanın verdiği hazla, güzel sohbetler yaptılar, şeker yediler, tatlı konuştular.

Ertesi gün sabahın ilk ışıklarıyla birlikte yarış atı çiftliğinin sınırları dışına çıkan Yekta ile Kara Bomba, en derin yeri bir karış olan derede ilerlemeye başladı. Bu ilerleme enine değil boyunaydı. Derenin akış istikametinin ters yönüne doğru gidiyorlardı.

Yekta:
“ Sorması bilmem yanlış olur mu? Kara Bomba, sen Avrupa kaçıncısı oldun da buraya geldin? “

Kara Bomba:
“ Bak onu söylemeyi unuttum. Avrupa üçüncüsü oldum, ama sen buna aldanma. Buraya kesin dünya şampiyonu olmak için geldim. “

Yekta:
“ Dünya şampiyonu olmak istemene sevindim. Hedefinden asla şaşma. Umarım yarışmada elinden gelenin fazlasını yaparsın ve dünya şampiyonu olursun. Türkiye, uzun yıllardır bu yarışmaya katılıyor fakat bir dünya şampiyonu çıkaramadı. Yazık bize. “

Kara Bomba:
“ Hiç de yazık değil. Acınacak halde değil, özenilecek haldeyiz. Herkes sana özeniyor, imreniyor. Türkiye’deki yüzlerce yarış atının hayallerini süslüyorsun. Nerede üç, beş yarış atı görsem, hepsi senden bahsediyor. Bir yıl içinde girdiğin her yarışı kazanıp dünya ikinciliğine kadar yükselmen akıl almaz bir gücün, kuvvetin, kudretin sembolü. Yekta, vazgeçmez, hedefine ulaşır, zirveye çıkar, döner döner yine yener, diyorlar. “

Kara Bomba’nın son sözleri üzerine Yekta aniden durdu. Kara Bomba da Yekta’dan iki adım ilerde durdu. Kara Bomba geriye döndü. Yekta sordu:
“ Dur bakalım, Kara Bomba! Sen ne demek istiyorsun? Ne söylemek istiyorsun? Çıkar ağzındaki samanı. “

“ Ben ağzımdaki samanı çıkarırım. Eteğimdeki sırları da dökerim. Yarış atları arasında aldatmaca olmaz, yalan söylenmez. Şu son bir yıldır sırf Türkiye ve Avrupa şampiyonu olup, Amerika’daki bu yarış atı çiftliğine gelebilmek için, geceleri bile antrenman yaptım. Türkiye şampiyonu oldum, Avrupa şampiyonu olamadım ama olsun, buraya gelmeyi başardım. Amacım, kaybolduğun bu yerlerde seni arayıp bulmak ve dünya şampiyonluğu yarışına katılman için, seni ikna etmekti. Geçen yıl ikinci olduğundan dolayı, bu yıl yapılacak yarışmaya kontenjandan katılabilirsin. Bildiğin gibi ilk üçe girenler, sonraki yarışmaya direk katılabiliyor. Avrupa’dan bu yarışmaya katılmak için gelen diğer beş arkadaş da, benimle aynı görüşte. Yekta mutlaka bu yarışmaya katılmalı diyorlar çünkü Avrupa on yıldır dünya şampiyonu çıkaramadı. Hepimizin hızı, derecesi, gücü belirli. Bu yılki yarışmaya diğer kıtalardan katılanlar arasında geçen yılın şampiyonu Avustralyalıyı geçecek at yok. Avustralyalı, bu gezegende kimse beni geçemez, diyormuş.

Şu son bir yıldır beş kıtada girdiği elli iki yarışmada hiç geçilmedi. Söylediği yalan değil. Boş keseden atmamış, dolu keseden atmış. Şimdi o dolu keseden atıp tutarken, ben orada olsam ve ona desem ki: Birincisin ama seni geçecek bir at mutlaka bulunur. Avustralyalı derse bana:

“ O at sensen çık karşıma. Benimle teke tek bir yarışa var mısın? 2400 metrelik yarışta 50 metre avans veririm. Eğer beni geçersen, söz sana, bir daha yarışlara katılmam. “

İşte böyle Yekta. Avustralyalıyla yarışırım yarışmasına ama rezil olmak var işin ucunda. Bir de beni geçer, sonra dünya bana güler. Avustralyalı bana değil de sana, çık karşıma avanssız yarışalım, dese onunla böyle bir uğraşa girer miydin? Sence Avustralyalıyı yarışta geçer misin? Bence geçersin. Bilmem kaç kilometre koşarak buraya geldik, sende yorgunluk belirtisi görmedim. Dağ havası sana yaramış. Enerji dolusun. Bir yıl önceki Yekta ile şimdiki Yekta arasında ortaçağ ile yeniçağ arasındaki fark kadar fark var. Boyun uzamış, irileşmişsin, adalelerin fazlasıyla gelişmiş. Yarışman mümkün olsa, geçen yılki Yekta’yı farklı geçersin. Avustralyalı girdiği her yarışı kazanıyor ama geçen yıl yaptığı dereceyi fazla ilerletemedi. Şu takdirde sen Avustralyalıyı geçersin. “

Kara Bomba’nın uzunca konuşmasının ardından söz sırası Yekta’ya geldi:
“ Bana vermek istediğin mesajı aldım. Avrupa’dan gelen arkadaşlarla da konuşalım. Sen Avrupa üçüncüsü olmuştun. Birinci, ikinci kimler olmuştu? “

“ Birinci İngiliz, ikinci Fransız, üçüncü ben yani Türkiye, dördüncü Rus, beşinci İspanyol ve altıncı Polonyalı. “

“ Artık dönelim. Sen arkadaşlarla konuş. Konu hakkında ne söylemek istiyorlarsa söylesinler. Eleştirilecek durum varsa eleştirsinler. Ben dünyada eleştirilemeyecek hiçbir fikir ve düşünce sistemi olacağını sanmıyorum. Çelişkilerle dolu fikirleri yüzde yüz doğrudur diye sunamazsın. Bir hayali gerçektir diye lanse edemezsin. Bu budur daha iyisi yoktur, çatlarsın, diye tehdit edemezsin. Aklımın, mantığımın almadığı, doğruluğu ispatlanmamış bir olayı kabul etmem mümkün değil. Kara Bomba, birinci İngiliz demiştin değil mi? Nasıl biri bu İngiliz? Bana kısaca tanıt. “

“ Başkalarının fikirlerine önem veren, onları dinleyen fakat kendi fikirlerini her zaman geçerli kılan bir tip. Siz düdüklerinizi öttürün oysa benim borazanım farklı öter ve daha kalıcıdır, demesiyle meşhurdur. Yarışmalarda bambaşka bir kimliğe bürünür. Koşarken, temposunu rakibine göre değil, kendine göre ayarlar. Geride kaldım, öne geçmeliyim, diye bir çaba içine girmez. Bütün amacı, ipi en önde göğüslemektir. Birinci olmaktan büyük keyif alır. "

Daha sonra Yekta ile Kara Bomba çiftliğe geri döndüler. Ertesi gün taylar arasındaki koşularda Rüzgar fazlasıyla dikkat çekti. Genç yaşına karşın, yarış atları arasında gücünü gösteriyor ve birinci oluyordu. Yekta'nın sahibi ve Amerikalı arkadaşı işte bu dediler ve Rüzgar'ı çalıştırmaya başladılar. O yıl Avustralyalı dünya şampiyonu oldu. Yekta'nın katılmadığı bu yarışta İngiliz ikinci oldu. Avrupa'dan katılanlar arasında diğer en iyi dereceyi Kara Bomba yaptı ve altıncı oldu. Ertesi yıl önce Türkiye sonra Avrupa şampiyonu olan Rüzgar dünya şampiyonluğu yarışında Avustralyalıyı geçti ve birinci oldu. Sonraki yıllarda Rüzgar arka arkaya dünya şampiyonu olarak Türk'ün gücünü dünyaya duyurdu. Bu zaman süresince Yekta hep Amerika'da kaldı. Dağlarda Mustanglar arasındaydı. Ara sıra düze inip yarış atı çiftliğine geldi ve bahçedeki dev ekrandan Rüzgar'ın yarışlarını izledi. Oğlu birinci oldukça kendi kazanmışcasından bin kat fazla sevindi.

SON


Yazan: Serdar Yıldırım
2
Edebiyat / Gölgesiyle Yarışan Tay Masalı
« Son İleti Gönderen: Hüseyin102 Ekim 20, 2018, 18:39:18 ös »
At yarışlarının yapıldığı şehir hipodromu çok kalabalıktı. Tribünler tıklım tıklım doluydu. Her pazar günü olduğu gibi, bu pazar da birinci olana büyük ikramiyenin verildiği yarışlar yapılacaktı. Birincilik için en büyük aday Kara Bomba isimli attı. İki yıla yakın bir zamandır bu şehirde yapılan yarışmaların tek ve mutlak hakimiydi. Simsiyah rengi, kocaman gözleri ve dev gibi uzun boyuyla o her zaman atların en irisiydi. Daha uzun bir süre birinciliği kaptırmayacağı tahmin ediliyordu.

Diğer yarışmacı atlar ise, Fırtına, Ak kız, Pençe, Sürpriz, Zorlu, Tavşan ve Yekta idi. Yekta, böyle bir yarışa ilk defa katılıyordu, oldukça heyecanlıydı. Gerçi yetiştirildiği yarış atı çiftliğinde çok iyi hazırlanmıştı, fakat genç ve tecrübesiz oluşu onu korkutuyordu. Ya birinci olamazsa?.. Böyle bir şeyi düşünmek bile istemiyordu. O zaman, sıradan bir yarış atı durumuna düşecek ve belki bu durum hep böyle sürüp gidecekti. Bin bir çeşit yarış hilelerinin yapıldığı, düzenin ve entrikanın bol olduğu bu yarışlarda birinci olmak sadece süratli olmak ve dayanıklılık demek değildi. Mesela, bazı yarışlarda Tavşan tavşanlık yapardı. Yarış başlar başlamaz öne geçer, temposunu gittikçe arttırır, atları yorar ve yarışı bırakırdı. Son düzlükte Kara Bomba yaptığı bir atakla birinciliği kazanırdı. Pençe isimli yarış atı Kara Bomba’nın diğer yardımcısıydı. Yarış sürerken form durumu yüksek olan atları kollar, onlara çarpar, önlerine geçip hızlarını azaltır ve Kara Bomba’nın yarışı kazanmasını sağlardı.

Atlar, düzenli olarak başlama yerinde sıralandılar. Start için tabanca sesi duyulur duyulmaz, sekiz tane güçlü yarış atı ileri atıldılar. Çıkışı çok kuvvetli olan Tavşan hemen öne geçti. Yekta tüm çabasına karşılık ikinci sırada kalmıştı.” Tüh be, Tavşan’ı kaçırdım!..Bu Tavşan’ı zaten son düzlüğe kadar kimse geçemezmiş. Yarışın ortasına gelmeden onu mutlaka geçmeliyim. Haydi Yekta, daha hızlı, daha hızlı…”

1500 startı geçildiğinde Tavşan ikinci durumdaki Yekta’nın üç boy kadar önündeydi. “ Bomba nerelerde ki, dönüp bakmalı. Tavşan bu süratiyle yarışı tamamlayamaz. Vay, Bomba hemen arkamdaymış! Ne oluyor ya, ne dümen çeviriyor bunlar? Son düzlüğe kadar orta sıralarda saklanırmış bu. Benden huylandılar muhakkak. “

Yarışın ortası: 1000 startı geçilirken, Tavşan isimli yarış atı aniden koşu pistinin kenarına çıktı ve yarışı bıraktı. Yekta süratle onun yanından geçti ve birinci duruma yükseldi. Fakat yarışın bitmesine 1000 metre vardı ve Kara Bomba, Yekta ile arasındaki farkı gitgide kapatmaktaydı.

Son düzlüğe ( son 500 metre ) Yekta ile Kara Bomba başa baş girdiler. Nefesleri kesen bir mücadeleden sonra bitişe 100 metre kala başlayan Yekta’nın öldürücü deparları yarışı iki boy farkla kazanmasını sağladı. Yekta mutluydu artık çünkü ilk yarışını zor da olsa birinci olarak bitirmeyi başarmıştı. Yekta, Kara Bomba ve ekibiyle birçok defalar daha yarıştı. Girdiği her yarışta birinci oldu. Artık bu şehir ona dar gelmeye başlamıştı. Dışa açılmalı, adını daha geniş çevrelere duyurmalı ve daha büyük yarışlar kazanmalıydı. Nitekim girdiği bölge birinciliği koşusunu da kazanınca, bir ay sonra yapılacak olan ülke şampiyonluğu yarışına katılmak için antrenmanlarını daha da sıklaştırdı.

Hazırlandığı yarış atı çiftliğinde birçok yarış atı Yekta’ya değişik zamanlarda katıldıkları yarışmaları anlattılar. Yekta, onları büyük bir dikkatle dinledi. Görgüsünü, bilgisini arttırdı. Yekta’ya göre, bilmenin, öğrenmenin sonu yoktu. Her yeni bilgi yeni bir şeyler öğretirdi. Önemli olan öğrendiklerine kendi düşüncelerinden yeni fikirler katarak “ özgün bilgi “ elde edebilmekti. Doğru düşünebilmek ancak kendini çok iyi tanımakla mümkün olabilirdi. Bu da kişisel erdem için gerekli olan “ oto kontrol “ yani kendi kendini kontrol etme yeteneğini sağlardı. Oto kontrol yeteneğinin düzenli olması, mükemmellik sınırlarını zorlardı.

Günler günleri kovaladı. Her geçen gün Yekta’nın gücüne güç katıyordu. Gittikçe daha süratli koşmaya ve mesafeleri daha kısa zamanda aşmaya başlamıştı. Büyük yarışa yedi gün kalmıştı. Öğleden sonra özel olarak hazırlanmış kamyona Yekta’yı bindirdiler. Kamyon, biraz sonra ülkenin en büyük şehrine gitmek üzere yola çıktı. Yolun yarısı geçilmişti ki, kamyon büyük bir gürültüyle yol kenarındaki hendeğe yuvarlandı. Sonra derin bir sessizlik. Yekta’ya şans eseri bir şey olmamıştı. Kapısının açılmasını bekledi. Gelen giden yoktu. Uzun bir süre uğraştıktan sonra kapının kilidini kırmayı başardı. Korkuyla dışarı fırladı. Yola çıktı. Çok uzaklarda tek tük ışıklar görünür gibi oluyordu. Yarışın yapılacağı yer oralarda olmalıydı. Kamyon olmasa da olurdu. Kendi başıma da olsam oraya varabilirim, diye düşündü. Koşmaya başladı. Koştu…Koştu…

Aradan bir saatten fazla zaman geçti. Hava kararmaya,Yekta, şaşırmaya başladı. Ne oluyordu? Neden ortalık hep aydınlık kalmıyordu? Karanlık kadar anlamsız şey var mıydı? Şaşırmakta haklıydı. Gündüzleri açık havada antrenman yapar, hava kararmadan içeriye girerdi. İçerde de ışıklar gece gündüz yanardı. O, şimdiye kadar karanlıkta hiç kalmamıştı. Yekta ay ışığı altında, yavaş bir tempo tutturmuş olarak kilometrelerce koştuktan sonra birden ürperdi. Sol tarafında bir karartı vardı ve kendisini geçmeye çalışıyordu. Hızla başını çevirdi. Bir at !..

Yekta:
“ Kim ola ki? Nereden çıktı birdenbire? Neyse kim olduğu beni ilgilendirmez. Önemli olan beni geçmek üzere olması.İşte buna izin vermem!..Şimdiye kadar kimse bana toz yutturamadı. Tempoyu biraz arttırayım, bakalım ne yapacak? “ diye düşündü. Yekta’nın gölgesini geçmek için verdiği uğraş bütün bir gece boyu devam etti. Sabaha karşı karanlık yerini aydınlığa bırakırken Yekta’nın gölgesi silinip gitti. Bir aralık, kafasını sol tarafına çeviren Yekta onu göremedi. Sağına baktı, yine yok. Arkasına baktı, gerilere daha gerilere baktı. Rakibinin olağanüstü tempoya ayak uyduramayıp yarışı bıraktığını zannetti. Hızını yavaş yavaş azalttı.

Yekta hafif bir tempo ile koşmaya bir saat kadar daha devam etti. Yarışın yapılacağı şehrin işte ilk evleri gözükmeye başlamıştı. Yekta yolda rastladığı bir sütçü beygirine at yarışlarının yapılacağı hipodromun nerede olduğunu sordu. Tarif edildiği üzere yoluna devam etti. Göğsü gururla kabarmış olarak, başı dimdik vaziyette, şehrin ana caddesinden geçerken arabalar durmuştu ve yol kenarındaki insanlar gazetelerde, dergilerde birçok defalar resmini gördükleri, hakkında yazılan yazıları okudukları bu şahane tayı çılgınca alkışlıyorlardı. Hipodromun kapısının açık olmasından yararlanan Yekta, içeriye girdi. Biraz sonra koşu pistine çıkmıştı. Altı gün sonraki ülke birinciliği koşusu burada yapılacaktı. Ağır adımlarla koşu pistinde tur atan Yekta o yarışta birinci olmayı düşünüyordu mutlaka.

Yekta’yı getiren kamyonun devrildiğini haber alan sahibi olay yerine gelmişti. Sürücü ile seyis yaralı olarak hastaneye kaldırıldılar. Yekta’nın sahibi sabah olunca Yekta’yı aramaya koyuldu ve onun hipodroma geldiğini haber alınca oraya gitti. Hipodromun kapısından içeriye giren Yekta’nın sahibi Yekta’yı koşu pistinde ağır adımlarla koşarken görünce “ Yekta… Yekta…”diye bağırarak piste fırladı. Hızla koşarak Yekta’ya yetişti ve onun boynuna sarıldı. Yekta neden sonra durumun farkına vardı. Sahibi onu bu yabancı şehirde aramış ve bulmuştu.

Yekta’nın sahibi Yekta’yı bir arkadaşının yarış atı çiftliğine götürdü. Yorgun durumdaki Yekta o günü ve ertesi günü dinlenerek geçirdi. Daha sonra koşu antrenmanlarına başlayan Yekta üç gün içinde eskisinden daha iyi bir form tuttu. Artık hazırdı ve birincilik için en şanslı kendisini görüyordu.

Yekta yarış günü kasırga gibi esti. Daha ilk metrelerde yaptığı korkunç atakla öne geçti. Çılgın gibi koşuyordu. Türkiye’nin en iyi yarış atları onun sürati karşısında çaresiz kalmışlardı. Açık farkla ve rekor bir dereceyle yarışı birinci olarak bitirdi. Bu birincilik onun pratik ile teoriyi en iyi şekilde birleştirmesiyle oluşmuştu. Sonuç olarak, mükemmele ulaşmış ve geçilmez ünvanına sahip olmuştu.

Türkiye Şampiyonu olan Yekta doğup büyüdüğü yarış atı çiftliğine geri dönünce coşkulu bir şekilde karşılandı. Çiftlikteki yarış atları bahçedeki televizyondan yarışı izlemişler ve Yekta’nın birinciliğine çok sevinmişlerdi. Yekta birkaç ay sonra özel uçakla İngiltere’ye götürüldü. Yakında Avrupa şampiyonası vardı ve Yekta bu yarışta Türkiye’yi temsil edecekti. Yekta sıkı bir antrenman programına alındı. Yaptığı her antrenman onun derecesini giderek geliştirmesine ve daha hızlı koşmasına yol açıyordu. Şampiyonaya birkaç gün kala Yekta’nın Avrupa rekorunu zorlar hale gelmesi sahibini sevindirmişti. Ama Yekta’nın durumuna sevinmeyenler de vardı. Tribünlerde Yekta’yı dişlerini gıcırdatarak seyreden birkaç kişi onun ölüm fermanını imzalıyordu:

“ Yekta, Yekta dedik aldık başımıza belayı. Yarış atı değil sanki fırtına. Yaptığı şu dereceye bak. Son adımını biraz çabuk atsa Avrupa rekoru olacak. “

“ Ne demezsin. Bu sadece bir antrenman koşusu. Yalnız koşuyor, kendisini zorlayan rakibi yok. Esas yarış olsa kesinlikle geçilmez. Şu anda Avrupa’daki en iyi yarış atı Yekta. “

Bir üçüncü kişi ise: “ Bizim at Yekta’yı geçemez. O zaman ha ikinci olmuşsun, ha sonuncu. Yekta yarışa girmese biz birinci oluruz. Bu gece Yekta’ya bir iğne vurursak ölür gider. Birincilik ödülünü alır, harcarız. Hem ülkemizin reklâmı olur. Reklâm işi ülkeye döviz kazandırır. “

“ Tamam, bu gece üçümüz Yekta’nın durduğu yere gireriz. Hepimizin elinde birer zehirli iğne. Yekta birimizden kaçsa ötekine yakalanır. “

Gecenin ilerleyen vakitlerinde Yekta bir iç sıkıntısı yaşıyordu. Huzursuzdu. Huzursuz olması, onun uyumasını engelliyordu. Derinden gelen ayak sesleri duydu. Bu saatlerde bakıcılar ahıra girmezlerdi. Yoksa gelenler yabancı mıydı? Amaçları ne olabilirdi? Yekta yine de aklına kötü şeyler getirmedi. Bekledi. Biraz sonra ellerinde sopalarla, iğnelerle üç kişi karşısına dikilince ürperdi. Korktu. Zalim adamlar aniden harekete geçerek bütün suçu iyi bir yarış atı olmak olan Yekta’ya sopalarla acımadan vurmaya başladılar. Canı yanan Yekta birkaç adım gerileyince arkası duvara dayandı. Adamlar, Yekta’nın üstüne çullanınca sert tepkiyle karşılaştılar. Yekta şaha kalkarak güçlü ön ayaklarını adamlardan birinin kafasına indirdi. Adam, boş çuval gibi yere düştü. Yekta geri dönerek arka ayaklarını savurdu. Darbe hedefini bulmadı ama iki adam niyet bozarak yerde yatan arkadaşlarını sırtlayıp olay yerinden uzaklaştılar.

Yekta daha sonra yerdeki sopaları ve iğneleri bir torbaya koyup çöpe attı. Olanların kimse tarafından bilinmesini istemiyordu. Kötülükler yayılmamalıydı. Dünyada kötülükler iyiliklerden daha çoktu. Kötülük yapmak kolaydı, zor olan iyilikti. Yekta şimdi zoru başarmıştı. Adamlar kaçmıştı. Belki bir daha kimseye kötülük yapmazlardı. Tekme yiyen adam yaşıyor muydu? Bunu bilemezdi. Adam yaşasa bile insanlar Yekta’yı kısa bir süre de olsa gözetim altına alırlardı. Bir, iki gün antrenman yapmamak, Yekta’nın Avrupa şampiyonu olamaması demekti. Bu durum Yekta’yı psikolojik olarak çökertirdi. Geride ondan birincilik bekleyen koskoca bir ülke vardı. Milyonlarca insanın hayali gerçek olmazdı. Yarış atı çiftliğinde arkadaşları vardı. Kendisine fikir bakımından büyük destek olan can arkadaşları. Ülke şampiyonluğu ödülü gibi, Avrupa şampiyonluğu ödülünü de arkadaşlarına verecekti. Güzelim altın kupalar iki tane olacaktı.

Avrupa şampiyonasında Yekta taktik gereği ilk 300 metreyi orta sıralarda geçti. Yavaş yavaş temposunu artıran Yekta 1000 metre geçilirken az bir farkla öndeydi. Son 500 metreye dört at yan yana girdi. Yarışın bitmesine 50 metre kala bir aralık dördüncü duruma düşmesine karşın, hınçla ileri atılarak ciğerlerini parçalarcasına gayret gösterdi ve yarışı kazandı. Yekta, Avrupa Şampiyonu olmuştu. Yekta, ülkesinde coşkulu bir şekilde karşılandı. Gazete, radyo ve televizyon haberlerinde hep Yekta vardı. Avrupa’daki yayın kuruluşları da Yekta’dan bahsediyordu. Aylar sonra Yekta’yı Amerika’da görüyoruz. O. New York’ta yapılacak Dünya Şampiyonası için buraya getirilmişti. Otoriteler tarafından birinci olmasına kesin gözüyle bakılan Yekta, ne yazık ki, Avustralya şampiyonuna geçildi ve ikinci oldu. Ödül töreninde dünya ikincisi Yekta gümüş madalya boynuna takılırken neşeliydi. Kolay değildi, bir yıldır pek çok yarış kazanmış, hep birinci olmuş, hiç geçilmemişti. Dünyanın en hızlı koşan ikinci yarış atı olmak nice yarış atının hayallerinin bile ötesindeydi. Gerçi dünya ikinciliği imkânsız değildi ama çok zordu. Yekta bu çok zoru başarmıştı.

Birkaç gün sonra Yekta’yı sıkıntı basmaya başladı. Geçen günler ona başarısını benimsetiyor, birinci olamamanın verdiği üzüntüyü artırıyordu. Giderek artan üzüntüye dayanamayan Yekta, New York’taki yarış atı çiftliğinden kaçarak Appalaş Dağları’na gitti. Yekta, Appalaş Dağları’nda gezerken ilerdeki çimenlikte otlayan vahşi atlar gördü. Bunlar Mustang atlarıydı.

Yekta, onların yanına giderek: “ Merhaba, beni de aranıza alır mısınız? “ diye sordu.

Mustangların başkanı olan Gera: “ Olur tabi, gel katıl bize arkadaş “ dedi. Yekta, Mustangların arasına katılıp, onlarla birlikte otlamaya başladı. İyiydi, güzeldi buralar, Mustanglarla kaynaşıverdi.

Aradan bir saatten fazla zaman geçmişti. Başkan Gera, on kilometre ilerdeki çamlığa gidileceğini söyleyip, haydi, dedi ve koşmaya başladı. Yekta’nın katılmasıyla sayısı yirmiye ulaşan at sürüsü hızla yol alıyordu. Mustang atlarında en güçlü olan ve en hızlı koşan sürüye başkan olurdu. Orta sıralarda koşsun, sürüye başkan olsun? Böyle şey olmazdı. Sürü başı geçildi mi, başkanlığı kaybederdi. Şimdi Gera farklı şekilde önde koşuyordu. Diğer atlar Gera’ya yetişmek için çaba sarf ediyorlardı.

Yekta ise, hep son sıralarda koştu. Çamlığa varıldığında sadece iki atı geçmişti, yani Yekta 18. olmuştu. Yekta bunu kabullenmek istemedi. O, bir yarış atıydı ve kum veya çim pistte koşmaya alışkındı. Başkan Gera, on kilometre ilerdeki çamlığa gidiyoruz deyip fırlamış, diğer atlar da, onun peşine takılmıştı. En son koşmaya başlayan ise, ne oluyor, ne çamlığı diye düşünmesine bile fırsat kalmayan Yekta’ydı. Gerçi çim üstünde de uzun süre koşmuşlardı ama sonra taşlık bir araziden geçmişler, daha sonra çalılık ve ağaçlık bir yerde koşmak zorunda kalmışlardı. Mustanglar, daha önce defalarca gidip geldikleri bu yolu ezberlemişlerdi. Taşlıkta koşarken nereye basılması gerektiğini, çalılıktan, ağaçlıktan geçerken hangi yolun kestirme olduğunu biliyorlardı. Yekta bu sebeplerden dolayı her kilometrede bir adım gerilese on kilometrede on adım gerileyeceğini düşündü. Zaten Gera ile arasındaki fark işte o kadardı. Yekta, bir daha yarış pistlerine dönmedi. Hep dağlarda Mustanglar arasında kaldı. Geçen zaman genç Yekta’nın gücüne güç kattı ve Gera bir gün Yekta tarafından geçildi. Mustanglara başkan olan Yekta uzun yıllar başkan kaldı.

3
Edebiyat / Ynt: Çanakkale'de Ben Vardım
« Son İleti Gönderen: Thecollector Mart 17, 2018, 23:49:08 ös »
Kraaaal
4
Edebiyat / Çanakkale'de Ben Vardım
« Son İleti Gönderen: Hüseyin102 Şubat 14, 2018, 15:31:41 ös »




İster miydim Anadolu işgal edilsin?
İster miydim ordular dağıtılsın?
İster miydim padişah teslim olsun?
İstemezdim, böyle olsun istemezdim.

Anadolu harap, bitap bir haldeydi.
Türlü katliamlar yaşanmaktaydı.
İnsanımın koruyanı, kollayanı yoktu.
Sonunda İngiliz gemileri Çanakkale'ye geldi.

Alman komutan Liman Von Sanders Türk birliklerinin başındaydı.
Tabyalar savunmasızdı, ateş hattındaydı.
Düşman çok güçlüydü, kayıplar artmıştı.
Siperler gerilere, daha gerilere çekilmişti.

Ben geldim Çanakkale'ye insanlar beni tanıyorlardı.
Liman Von Sanders bir cephe sana yeter mi dediydi?
Ben hayır dedim, bütün cephelerin komutanlığını bana vermelisiniz.
Dediğim aynen oldu, Çanakkale'de ben vardım.

Geceleri uyku tutmazdı beni.
Atıma bindiğim gibi dörtnal uzaklaşırdım.
Düşman sabaha karşı nereden çıkartma yapar.
Bunun planını yapar, önlemini alırdım.

Çanakkale'de dört - beş gün uyumadığım olurdu.
Bir gece saat iki sularıydı.
Birliğime geri döndüm ve emrimi verdim:
Conkbayırı'na  beş yüz asker çıkarın, mevzilensinler.

Aman komutanım, dedi, diğer subaylar.
Orası kuş uçmaz, kervan geçmez bir yerdir.
Ne gereği vardır orada beş yüz askerin.
Bir asker bile gitmese daha doğrudur.

Siz dedim, beş yüz askeri gönderin.
Evet, dediler, gönderdiler.
Sabaha karşı Anzaklar Conkbayırı'ndaydı.
Ama ben de Türk Askeri'nin yanındaydım.

Kılıcım sağ elimdeydi, tabancam sol elimde.
Bütün bir gün savaştık can siperhane.
Yıkılmadık, yenilmedik, galip gelen biz olduk.
Kazanan biz, yenilen İngiliz oldu.


Serdar Yıldırım
5
Edebiyat / Titrek Tavşan
« Son İleti Gönderen: Hüseyin102 Şubat 03, 2018, 18:31:12 ös »

Ormanda her gün kurulmakta olan tavşanlar pazarı, havanın kararmasıyla birlikte, dağılıyordu. Sergisini toplayan tavşan pazar yerini terk edip gidiyordu. Vakit geç olup da pazar yerinde tavşan kalmayınca bir tavşan pazara gelirdi. Sırtında boş çuvalıyla ve bu boş çuval tezgâh altlarında kalmış, kıyıya köşeye atılmış, satılmamış havuçlarla ve bazı yiyeceklerle dolacaktı. Daima gölgelerden, acaba bir gören olur mu korkusuyla, yorgun ve titrek adımlarla. İşte, bu tavşan yoksul, yetim, garip bir tavşandı. Adı Titrek Tavşan’dı. O, böylesine bir düşkünlük içinde olmanın çıkar yol olmadığını biliyordu. Fakat çaresizdi. Bir yuvası vardı, bu yuvada iki de oda. Bu odalardan birinde çok sevdiği Pembe Tavşan ve iki yavrusuyla birlikte kalıyordu. Diğer odada ise havuç yetiştiriyordu. Artık ne kadar havuç yetiştirebilir bunu tahmin etmek zor olmasa gerek. Havuçlar olgunlaşınca Titrek Tavşan bunları satacak ve ailesinin ihtiyaçlarını karşılamaya çalışacaktı.

Bir gün Titrek Tavşan, ormanın karşısındaki tepeye doğru yürüyüşe çıkmıştı. Tepenin gerisinde deniz görünüyordu. Sahil yakındaydı. Birden kumların üzerinde bir martı dikkatini çekti. Bu martı, kanadı kırık, yaralı bir martıydı. Uçamıyordu. Oldukça zor durumdaydı, çünkü çevresi sekiz tane yengeç tarafından kuşatılmıştı. Kanadı kırık, yaralı martı, yengeçlerle amansız bir ölüm kalım savaşına girmişti. Kurtulmak için ileri atıldıkça önü bir yengeç tarafından kesiliyor ve yengeç korkunç kıskacıyla martıyı yakalamak istiyor, fakat martı, canhıraş feryatlarla karşı koyuyor, gitgide tükenmekte olan gücüyle hayatını savunuyordu.

Titrek Tavşan, bu durumu görmezden gelemezdi. Tüm cesaretini toplayıp martının yardımına koştu. Yengeçler daha ne olduğunun farkına varamadan, martıyı kucağına aldığı gibi bir keklik gibi sekerek onların aralarından sıyrıldı. Hızla koşarak olayı ilk gördüğü tepeye çıkan Titrek Tavşan kucağındaki martının bayılmış olduğunu fark edince, onun iyi bir bakıcıya ihtiyacı olduğunu düşünerek balıkçı Ziya Kaptan’ın yaşadığı deniz kıyısındaki kulübeye geldi. Martıyı Ziya Kaptan’a teslim eden Titrek Tavşan yuvasına geri döndü.

Aradan bir ay geçti. Geçen zamanla birlikte havuçlar olgunlaşmıştı. Titrek Tavşan havuçları pazarda sattı. Kendine, Pembe Tavşan’a ve yavrularına elbise aldı. Ne zamandır hep aynı elbiseleri giymekten bıkmıştı, rengi solmuş, yamalı elbiseleri. Yoksulluk ömür boyu mu sürecekti? Hep böyle yoksul mu kalacaklardı? Yoksulluğun bir çaresi yok muydu? Eğer varsa bu çare neydi? Hani Titrek Tavşan yuvasının bir odasında havuç yetiştiriyordu ya şimdi o odada havuç kalmamıştı, çünkü havuçlar satılmıştı. Titrek Tavşan buradaki toprağı şöyle bir alt-üst etti. Havuç tohumu attı. Suladı. Artık iş zamana kalmıştı. Nasılsa zaman geçecekti. Elbet bir gün gelir bu havuçlar da olgunlaşırdı.

Titrek Tavşan bir sabah havuç yetiştirdiği odaya girince hayretler içinde kaldı. Gördüklerine inanamıyordu. Toprağın üstündeki olgun havuç yaprağıydı. Ama nasıl olurdu daha tohum atalı on gün bile olmamıştı. Bu kadar kısa sürede havuç yetişmesi olanaksızdı. Yaprak olgunlaşmıştı tamam da bakalım toprağın içinde havuç var mıydı? Orayı eşeledi, burayı eşeledi. Aldı havucun birini dişledi, aldı bir başka havucu daha dişledi, tuttu bu iki havucu yedi, bitirdi. Enfesti havuçlar, tatlıydı. Titrek Tavşan bu havuçları da pazarda sattı. Memnundu yuvasına dönerken, çünkü iyi kazanmıştı. Daha sonraki günler de birbirinin tıpatıp benzeri şekilde geçti. Titrek Tavşan havuçları pazarda satıyor, ertesi gün yine oda havuç dolu oluyordu.

Bir akşamüstü Titrek Tavşan’ın kafası bu konuya takıldı. Nasıl oluyordu da tohum atmadığı halde toprakta havuç bitiyordu ve bu havuçlar bir gecede olgunlaşıyordu? Bu soruların bir açıklaması olmalıydı ve ne oluyorsa gece oluyordu. Demek ki, geceleri bir şeyler dönüyordu havuç yetiştirdiği odada. Titrek Tavşan hemen kararını verdi. O gece odada sabaha kadar bekleyecek ve ne olup bittiğini anlayacaktı. Akşam yemeğini yedikten sonra havuç yetiştirdiği odaya geçti. Kapıyı kapadı. Kapının yan tarafına koyduğu sandığın içine girdi. Sandığın tahtaları arasındaki deliklerden odanın her tarafı rahatça görünüyordu. Titrek Tavşan dikkatini tam karşıdaki pencereye verdi. Yerden oldukça yüksekte olan bu küçük pencere odanın havalandırılması için kullanılıyordu.

Vakit gece yarısı olmuştu. Aniden dışarıdan kanat sesleri duyuldu. Bir martı pencereden odaya girdi. Ayaklarının arasında küçük bir torba vardı. Martı bu torbadaki havuç tohumlarını toprağa serpiştirdi. İşini bitirdikten sonra pencereden uçup gitti. Zamana karşı şartlandırılmış tohumları toprak hemen kabul edecek ve her geçecek bir saatte bu tohumlar on gün geçirmiş olacaktı. Titrek Tavşan vefakâr martıyı hemen tanıdı. Bu martı birkaç ay önce yengeçlerin parçalamak istedikleri kanadı kırık, yaralı martıydı. Demek ki, Ziya Kaptan yaralı martıyı iyileştirmiş ve kurtarıcısının kim olduğunu söylemişti. Martının Titrek Tavşan’a can borcu vardı ve bu borcunu cana can katarak ödüyordu.

Titrek Tavşan birkaç gün sonra bir kamyonet satın aldı ve yetiştirdiği havuçları bu kamyonetle pazara götürmeye başladı. İki yavrusu da zamanla büyümüşler, genç birer tavşan olmuşlardı. Onlar da babaları Titrek Tavşan’la birlikte pazara gidiyorlardı. Titrek Tavşan yol boyunca şu şarkıyı söylüyordu:

“ Benim adım Titrek Tavşan
Ben pazarda havuç satarım
İşte yanımda şimdi yavrularım
Ben onlarla gurur duyarım
Her gün pazara gideriz biz
Tavşanlara havuç satarız..”

Bazı günler kamyonetin peşi sıra bir martıyı uçarken görüyordu ve yavaşlıyordu. Az sonra kamyonetle martı bir hizaya geliyor ve martı ile Titrek Tavşan selamlaşıyordu. Daha sonra martı hızını arttırıyor ve ileri doğru uçup gidiyordu. Titrek Tavşan ile martı böyle uzaktan uzağa bir birlikteliği uzun süre sürdürdüler. Fakat bir kez olsun bir araya gelip konuşamadılar. Bunun nedenini biz bilemeyiz. Belki de böylesi daha iyi oluyordu. Onlar gönüllerince mutluydular, huzur doluydular. Onların mutluluğunu engellemek bize yakışık almaz.


SON
6
Edebiyat / Robot Kartal
« Son İleti Gönderen: Hüseyin102 Şubat 03, 2018, 18:27:58 ös »

Profesör Jack Stingo  üniversitedeki görevinden arta kalan  zamanlarda  laboratuvar  haline getirdiği evinin bodrum katında  çeşitli  deneyler  yapıyor,  yeni  buluşlar  gerçekleştirmeye çalışıyordu. Son birkaç yıldır bütün dikkatini robot kartal yapımına vermiş ve  çalışmalarını         bu yönde yoğunlaştırmıştı. Gerçi şimdiye kadar iki  robot  kartal  yapmış  ve  bunları  şehrin    varoşlarındaki  evinin geniş bahçesinde uzaktan kumanda ederek uçurmuştu, ama onun  asıl amacı bu değildi.
 
Profesör Jack Stingo   sıranın  son  derece  geliştirilmiş  bir  robot  kartal  yapımına  gelmiş olduğunu biliyordu. Bu robot kartal diğer robot kartallardan pek çok farklı özelliklere sahip bulunacaktı: Kafasının içine yerleştirilmiş mini bilgisayar aracılığıyla bilmesi gereken  tüm bilgilere sahip olacak ve bu  bilgilerin  ışığında  kartallarla  yakın  ilişkiler  kurarak  onların yaşantılarını araştıracaktı. Edindiği izlenimleri kafasındaki mini  bilgisayarda  değerlendirip  anında profesörün laboratuvarındaki bilgisayara  geçecekti. Ayrıca gözlerindeki  kameralar                                                                                                      ile gördüğü her şey laboratuvardaki bilgisayarın ekranında profesörün görüşüne açık  olacaktı.
Yeni ve değişik bilgiler öğrenmek isteği insan zekasının vazgeçilmez tutkusuydu ve  bilinen    ile yeterli kalınmayıp bilinmeyeni de bilmek için harcanacak çaba,  insanoğlunun  gelecekte edineceği yeni bilgilere atlama taşı olabilirdi ve  her yeni bilgi insanlığın  yararına  sunulabilirdi. 
 
Profesör Jack Stingo  üç yıl  süren  yorucu  bir  çalışmadan  sonra,  robot  kartalın  yapımını tamamladı; robot kartalı bahçeye çıkardı, laboratuvara  döndü, bilgisayarın  başına  geçti  ve uzaktan kumanda aletini çalıştırarak    robot  kartalın  uçmasını  sağladı.  Robot  kartal    evin üzerinde birkaç tur attıktan sonra dağlara doğru yöneldi. Sarp ve yalçın kayalıklarda yaşayan kartalların arasına karışıp, onların yaşantılarını araştıracaktı. Robot kartal  bir  süre uçtuktan sonra  çok yükseklerde geniş daireler çizerek uçmakta olan  bir  kartal  gördü. Bu  kartal  ne yapıyordu böyle?  Onun geniş daireler çizerek uçmaktaki  amacı  neydi?  Bunu  ona  sormak lazımdı. Yükseldi. Kartalın yanına yaklaşınca:
 
“ Özür dilerim, niye dönüp duruyorsun orada? “ diye sordu. Bunun üzerine kartal  sert ve çok şiddetli bir tepki gösterdi:
 
“ Sus, kaç oradan, işin yok mu senin?  Defol git buradan…”
 
Robot kartal  hemen oradan uzaklaştı. Bu ne biçim kartaldı böyle? Özür dileyip,  niye  dönüp duruyorsun diye sormuştu. Peki kartal  neden  onu  kovmuştu?  Robot  kartal  o  geceyi  sakin geçirdi. Ertesi sabah sarp ve yalçın kayalıklara yaklaşmıştı ki  bir kartal yuvası gördü. Yuvada iki kartal ve bir yavru vardı, onlara doğru yöneldi. Aynı anda iki kartal  yuvadan  ayrılıp  hızla uçarak robot kartalın önünü kestiler. Kartallardan biri:
 
“ Sen ne yaptığını sanıyorsun? Bu ne münasebetsizlik? Dün  av  takibindeydim,  tam  dalışa geçecekken  beni lafa tuttun, avımı kaçırdın. Bugün ise yuvama gelmeye çalışıyorsun. Bunlar korkunç hatalar ve kesinlikle affı yoktur. Dünyanın neresinde yaşarsa yaşasın   bir  kartalın bunları bilmesi gerekir. Neden bilmem  senin bu hataları bilmeden yaptığını düşünüyoru   m. Eğer  bilseydin karşımda böylesine soğukkanlı duramazdın. Şimdi hiçbir şey söylemeden çek git buradan ve bir daha karşıma çıkma. Üçüncü hatanda parçalarım seni.. Bak hala duruyor ”  dedikten sonra  robot kartalın üstüne atılmak istedi. Robot kartal aniden geriye dönerek, son sürat oradan kaçmaya başladı. Kartallar, robot kartalı bir süre kovaladıktan sonra yuvalarına  döndüler. Robot kartal yarım saat kadar uçtuktan sonra bir dağın yamaçlarındaki kayalıklara indi. Çevre oldukça sessizdi. Kafasındaki mini bilgisayarda olayları  değerlendirmeğe,  tüm   konuşulanları    profesörün bilgisayarına geçmeye başladı. İşlem tamamlandıktan sonra  hangi  yöne doğru uçması gerektiğini bulmaya çalışırken, bir kartal sesi duydu.
 
“ Hey arkadaş!..Orada ne yapıyorsun? Yanına gelebilir miyim? “ Robot  kartal   başını  sola çevirip baktı. İlerde bir kartal kayalıklara konmuş  ve  bir  kanadını  sallıyordu. “ Konuşmak istersen yanına  gelebilirim. Gelmemi  ister  misin, arkadaş? “ Bu,  robot  kartalın  arayıp  da bulamadığı fırsattı.İşte fırsat ayağına kadar gelmişti.Buna şans denirdi ve bu şansı kaçırmazdı.
 
“ Gel arkadaş, gel, gel de konuşalım.  ”  Kartal uçtu, robot kartalın yanına kondu.
 
“ Bir süredir seni izliyorum, arkadaş. Az önce epey dalgındın, sanki gövden buradaydı, fakat aklın başka yerdeydi veya öyle gibi göründün bana diyelim. “
 
“ Söylediklerin bir şekilde doğru sayılabilir. Her şeyin bir nedeni  vardır. Buradan  hareketle geriye gidersen oluşa, ileri gidersen sonuca varırsın. “
 
“ Sonuca varmak  o oluşun nedenlerini ortadan kaldırmakla ortadan kaldırmakla mümkündür. Öyle değil mi arkadaş? “
 
“ Çok çok doğru..Sözü fazla uzatmayalım. Ben  Profesör  Jack  Stingo  adındaki bilim adamı tarafından yapılmış olan bir robot kartalım. Kartalların yaşantılarını araştırmakla görevliyim. Dünyadaki kartalların sayısı giderek azalmakta. Bu durum  insanlar  tarafından  biliniyor  ve kartal nesli yok olmasın diye çalışmalar yapılıyor. Profesör   benim  aracılığımla  elde  ettiği bilgileri  insanlığın görüşüne sunacak ve insanların kartallar hakkında bildikleri yeni bilgilerle pekişecek. Bu bilgilerin ışığında yapılacak çalışmalar, kartalların çoğalmasını sağlayacak. Bir kartal olarak böylesine faydalı bir amaca hizmet etmek görevin olmalı. ” Kartal  bir süre şaşkın şaşkın   robot kartalın yüzüne baktıktan sonra kendini toparladı.
 
“ Demek sen bir robot kartalsın. Oldukça değişik davranışlar içindeydin, fakat sen söylemesen bir robot olduğunu anlayamazdım. Her neyse  biz  kartallar  çoğunlukla  gündüzleri  avlanırız. Her kartalın ayrı bir av sahası vardır. Bir kartal başka  bir  kartalın  av  sahasına  giremez. Bu yasaktır. Av peşindeyken ve yuvamızda dinlenirken   rahatsız  edilmekten  hoşlanmayız. Eğer rahatsız eden olursa tepki görür, haddi bildirilir. Kendi  aramızda  pek  itiş  kakışımız  olmaz.  Bunun nedeni  aile dışında  çok nadir olarak  iki kartalın bir araya gelip görüşmesidir. Bildiğin gibi  kartallar  göklerin  hakimidir.  Hiçbir  uçan  yaratık  bizimle  havada  boy  ölçüşemez. Yuvalarımızı  dağların  doruklarına,  kayalıkların  en  sarp  ve  ulaşılmaz  yerlerine  yaparız.  Oralarda yabancı gözlerden uzakta yaşarız. Bazen nereden bilmem çıkar bir yılan yuvadaki yumurtalara musallat olur. Yuvada üç yumurta olsa birini,  ikisini  garanti bu yılanlar   kapar. 

Bir an bile boş bulunmaya gelmez yuvada yumurta varken. Biz  de  her  gün  pek  çok  yılan avlarız fakat çabuk ürediklerinden sayıları hiç azalmaz  bu  yılanların.  Hani  olsa  bir  türlü  olmasa bir türlü..Bir de insanlar tüfeklerle vururlar kartalları, öldürürler..Kartal eti yemezmiş  insanlar peki neden öldürürler o zaman kartalları?  Hayır, böyle anlamsız şey olmaz. Kartallar  olmasa her taraf yılan, çıyan dolar. Tarla faresine adım başında rastlanır. Bu tarla fareleri bir çoğalsalar ne tarla kalır, ne bağ, ne bahçe. Bütün mahsulü silip süpürürler. Bunun sonucu aç  kalan yine insanlar olur, benden söylemesi. ”
 
Daha sonraki konuşmalar soru-cevap şeklinde oldu. Robot kartal kafasına takılan konuları kartala sordu, o da   bu  soruları  cevapladı. Bir  süre  daha  konuştuktan  sonra   robot  kartal:
“ Bu kadarı yeterli, teşekkür ederim, arkadaş  ” dedi.  Kartal: “ Asıl ben teşekkür ederim, arkadaş  ” dedi ve uçup gitti. Robot kartal  hemen  konuşulanları profesörün bilgisayarına geçti. Birkaç gün daha çevrede gözlemlerini  sürdüren  robot  kartal   profesörden görev tamamlandı sinyalini alınca dönüş yolculuğuna başladı. Elde edilen bilgiler profesör  tarafından  derlenip  toparlandıktan  sonra   yayım   yoluyla   insanların   görüşüne sunulacaktı.


SON


Serdar Yıldırım
7
Edebiyat / Atatürk'ün Okul Anıları
« Son İleti Gönderen: Hüseyin102 Ekim 05, 2017, 18:03:06 ös »

DÜNYA ASKERİ LİSELER ŞAMPİYONU

Mustafa Kemal, Şemsi Efendi Okulu 4. sınıfa giderken koşuda Selanik Şampiyonu olmuştu. Selanik Askeri Rüştiyesi ve Manastır Askeri İdadisi'ne giderken koşuyu bırakmadı. Arkadaşlarıyla her gün antrenman yapardı. Özellikle Manastır Askeri İdadisi'nde ( şimdiki askeri lise) 1 mil ( 1.609 metre ) koşusunda okulun yıldızıydı. Yarış başlar başlamaz öne geçer ve yarışı önde götürürdü. 1 mil koşusunda geçildiği görülmemişti. Askeri liseler arasındaki koşu yarışında Mustafa Kemal ülke şampiyonu olmuştu. Aynı yıl Manastır'da düzenlenen dünya askeri liseler şampiyonasında 1 milde birinci olarak dünya şampiyonu olmuş ve altın madalya kazanmıştı.



MUSTAFA KEMAL ATATÜRK: BİR KILIÇ USTASI

Harp Akademisi'nde derslerden arta kalan zamanlarda sporla uğraşırdık. Jimnastik, koşu ve eskrim favori sporlardı. Eskrimde ilk yıl hariç, epe, flöre ve kılıç müsabakalarında birinciliği kimseye kaptırmadım. Okulda her ay eskrim müsabakaları düzenlenirdi. Bu müsabakalarda birinci olmak için, yoğun çaba sarf ederdik. Devletimiz savaşlardan fırsat bulup da uluslararası yarışmalara katılamıyordu.

Almanların flörede Dünya Şampiyonu olmuş sporcusu Hans'a benim adımı söylemişler. İstanbul Harp Akademisi'nde Mustafa Kemal Bey var. Acar bir eskrimciymiş. Üç dalda şampiyonmuş. Sen onu yenemezsin, demişler. Geldi, beni buldu. Flörede karşılaştık. Alman çok hızlıydı. Karşımdayken bir anda içeri giriyor, bana kılıcıyla dokunmaya çalışıyor fakat ben ani bir refleksle hamlesini karşıladığımda benim hamle yapmama fırsat bırakmadan geri çekiliyordu. Bir an için bile olsa gözümü kırpmama izin vermiyordu. Alman'ın bileğinin hakkıyla Dünya Şampiyonu olduğuna kaniydim. Ama ben de şu son Dünya Şampiyonası'na katılabilseydim, belki bu Alman'la finalde karşılaşırdım. Kendi kendime, final maçı bu, dedim. Haydi, Mustafa Kemal, sen onu yenersin, dedim.

Alman'ın rakiplerini müsabaka başlar başlamaz, ilk dakikada sürklase ettiğini biliyordum ama benim de dirençli ve yenilgi kabul etmez bir yapım vardır. Devamlı olarak Almanca bir şeyler söylüyordu. Anladığım kadarıyla, söyledikleri beni tehdit eden bir boyuta ulaşmıştı. Ben de çok iyi bildiğim Fransızcayla tehditvari konuşunca Alman'ın hareketlerinin yavaşladığını fark ettim. Belli ki yorulmaya başlamıştı. Yine Fransızca olarak, bak ben Türküm, ama önümde diz çökeceksin, dedim. Bu cümle Alman'ı bitiren son konuşma oldu. Peş peşe sayı alarak Alman'ı perişan ettim.

Ben Dünya Şampiyonuyum, bu gezegende kimse karşımda duramaz, diyen Alman yenilmişti. Benimle tokalaşmadan, başı önde sahadan yenik ayrıldı. Sonradan ilk gemiyle memleketine döndüğünü öğrendim. İntihar teşebbüsünde bulunmuş ama kurtarmışlar.




YÜZBAŞI MUSTAFA KEMAL VE KURTLAR

11 – Ocak – 1905 yılında Mustafa Kemal, Harp Akademisini bitirerek Kurmay Yüzbaşı oldu. 24 yaşındaydı. Önce Selanik’e annesi ve kız kardeşinin yanına daha sonra da dayısının çiftliğine gitti. Çiftlikte iki gün kalacaktı.

Mustafa Kemal o gece güzel bir uyku çekti ve sabah karla uyandı. Her taraf beyaza boyanmıştı. Kahvaltıdan sonra dayısına, çevrede gezintiye çıkmak ve çocukluğunda günlerini geçirdiği bakla tarlasına uğramak istediğini söyleyerek dışarı çıktı. Hava oldukça soğuktu. Ellerini birbirine oğuşturduktan sonra, paltosunun yakasını kaldırdı. Yağmış olan bir karış karda, güçlü adımlarla, ileri doğru yürüdü.

Bakla tarlası kar altındaydı. Tarlanın ortasında bulunan kulübe üstündeki ağırlığa direniyordu. Kulübenin üstündeki karları temizledi. Yıllardır buraya gelmediği için, kulübe bakımsız kalmıştı. ” Dayıma söyleyip, kulübeyi onarmasını sağlamalıyım, diye düşündü. Kim bilir bir daha ne zaman gelirim? Yoksa bu işi dayıma havale etmezdim. ”

Mustafa Kemal ilerden kurt uluması duydu. Buna aldırmadı ama ikinci bir kurt uluması daha duyunca irkildi. Hem bu uluma daha yakından geliyordu. Belli kurtlar yaklaşıyordu. Artık çiftliğe dönemezdi çünkü kurtlar, çiftlik yolu üstündeki ağaçlık alandaydı.

Karşı dağın yamacındaki mağarayı hatırladı. Çocukken birkaç kere bu mağaraya gitmişti. Tahminine göre, kurtlar sürü halindeydi. Sekiz, on tane kurtla açık alanda kazanma şansının az olduğu bir uğraşa girmek anlamsız olurdu. Mağaraya doğru hızlı adımlarla yürümeye başladı. Kurt ulumaları çoğalınca, yürümeyi bırakıp, koşmaya başladı. Bu arada tabancasını çekmiş ve sağ eline almıştı. Bir aralık arkasına dönüp baktığında peşine takılan kurtların en az on tane olduğunu gördü. ” Kurtlar, beni sabah kahvaltısı olarak görüyorlar ama böyle olmadığını anlayacaklar. Hele bir mağaraya varayım. ” dedi içinden.

Mağaranın girişine geldiğinde kurtların nefesini ensesinde hissetti. Aniden dönerek en yakınındaki kurda ateş etti. Kurt yere yuvarlandı. Gürültüden korkan kurtlar kaçtılar. Onların yine geleceğini bildiği için, tabancasını doldurdu ve sol eline aldı. Sağ eliyle kılıcını çekti. Mağaranın ortasında ayaklarını açarak, heybetli bir şekilde durdu. Kurtlara karşı yapacağı savaşa hazırdı. ” Gelsinler ve ne olacağını görsünler, diye düşündü. Dört bir yandan etrafımı saracak olan kurtları, bu savaşta yenilgiye uğratmazsam, bana da Mustafa Kemal demesinler. ”

Kurtlar, dönüp gelmişlerdi ama nedense mağaranın önünde bekliyor, içeri girmiyorlardı. Onlar içeri girmezseler ben dışarı çıkarım, diyen Mustafa Kemal, aniden taarruza geçti. Bir ateş etti, bir kurt yere düştü. İki kılıç salladı, iki kurt yere düştü. Bozguna uğrayan kurtlar, geldikleri gibi gittiler. Mustafa Kemal her ihtimale karşı etrafını kollayarak çiftliğe geri döndü. Birkaç dakika daha geç gelseymiş, dayısı ve çiftlik çalışanlarıyla yolda karşılaşacakmış. Çünkü onlar tabanca seslerini duymuşlar ve yardıma geliyorlarmış.


SON


Serdar Yıldırım
8
Edebiyat / Hırsızın Aşkı
« Son İleti Gönderen: Hüseyin102 Ağustos 22, 2017, 17:07:42 ös »

Genç manken defilelerde boy gösteriyor ve televizyon reklamlarında oynuyordu. Bakışı, duruşu, yürüyüşü inanılmaz bir karizmaydı. Özel olarak düzenlenen davetlerde ilgiyi üzerinde topluyordu. Genç kızlar, onu yakından görebilmek için, birbirlerini ezerlerdi. Sonra da kim en çok yanına sokuldu, kim elini tuttu tartışması başlardı:

" Hiç boşuna konuşmayın, ben bir karış yanına geldim. "

" O da bir şey mi? Teni tenime deydi. Eliyle kolumu elledi. Sıcaklığı hala üstümde. "

Genç manken bir gün yakın arkadaşlarından şöyle bir teklif aldı. Bikini defilesi vardı ve mutlaka gelmeliydi. Bizimki önce gitmem dedi, naza çekti ama sonunda gitti. Podyuma ilk çıkan manken kız, görülmemiş güzellikte: Dört renkli saçları ( sarı, mavi, yeşil, kırmızı ) edalı bakışları, hak etti alkışları. Manken kızın güzelliği karşısında beyninden vurulmuşa dönen genç mankenin gözü diğerlerini görmedi. Sessizce yerinden kalktı, kulise doğru yöneldi. Onun geldiğini gören kulis görevlisi kapıyı ardına kadar açtı. Manken kızla kısa bir görüşme yaptı ve kalbini çalarak kaçtı. Manken kız avazı çıktığı kadar bağırıyordu:

" Hırsız var! Kalbimi çaldı, kaçıyor. "

Kuliste bulunan manken kızlar, onu durdurmaya cesaret edemedi. Sonrasında ne mi oldu? Teklifler çoktu, genç manken ilk uçakla Paris'e uçtu. Orada defileye çıkacaktı. Kalpsiz kalan manken kız ikinci uçakla Paris'e uçtu. Çıktığı ilk defilede gencin kalbini çalarak İstanbul'a döndü. Tabi diğer uçakla genç manken peşinden. Bu iki hırsız birbirlerine kalplerini geri vermediler. Söz, nişan faslını atlayarak üçüncü gün evlendiler. Mankenliğe devam ettiler. Bir farkla: Genç gelin artık bikini defilesine çıkmıyordu.

Siz siz olun kalbinizi çaldırmayın. Eğer çaldırır da çalanın kalbini çalamazsanız yandığınızın resmidir. Kalbiniz hırsızın elinde sızlar durur.


SON


Serdar Yıldırım

9
Edebiyat / Ynt: Karagöz İle Hacivat Konuşmaları 2
« Son İleti Gönderen: Hüseyin102 Ağustos 06, 2017, 23:32:27 ös »

KARAGÖZ İLE HACİVAT: KOCA KAFALI BİR KELEŞ

Hacivat: " Gökyüzünde yıldız var, ay var. "
Karagöz: " Yeryüzünde baldızımın yaptığı çay var. "
Hacivat: " Gökyüzünde bulut var, güneş var. "
Karagöz:  " Yeryüzünde unutma keleş var. "
Hacivat: " Karagözüm, keleş mi var? "
Karagöz:  " Var tabi, koca kafalı bir keleş var. "
Hacivat: " Acaba kim ki bu keleş? "
Karagöz:  " Kim olacak tabi ki sen. "
Hacivat: " Aman Karagözüm, kafan benimkinden büyüktür. "
Karagöz:  " Çaresiz kaldığın için, şu attığın çığlıktır. "
Hacivat: " Senin denizin bitmiş, çırpındığın sığlıktır. "
Karagöz: " Sığır sana derler, benden fışkıran sağlıktır. "
Hacivat:   " Sığır bana mı derler? Ben sığır falan değilim. "
Karagöz: " Sağır değilsin ama sığır olduğun muhakkak. "

Bana nasıl sığır dersin diyen Hacivat, Karagöz'ün yüzüne sert bir tokat vurur. Karagöz yere yuvarlanır, ayağa kalkar. Sol eli sol yanağının üstündedir.
Karagöz:  " Aman Hacivat, bana vurdun. "
Hacivat: " Sen de dayak istedin durdun. "
Karagöz:  " Zalim Hacivat, bana vurma. "
Hacivat: " Senin uçarken gördüğün telli turna. "
Karagöz:  " Hamama gittim, yoktu boş kurna. "
Hacivat: " Ben seni bilirim, çalar durursun zurna. "
Karagöz:  " De git Hacivat, alırım seni ayağımın altına. "
Hacivat: " O biraz zor, bugün üzüm şerbeti içtim. "
Karagöz:  " Tarlada buğday, başak mı biçtin? "
Hacivat: " Karagözüm, bugün çok saçmaladın. "
Karagöz:  " Hacivatım, seçmeyi bilemedin. "
Hacivat: " Yanlışta olan ben değilim, sensin Karagözüm. "
Karagöz:  " Tepeni delerim, budur son sözüm. "
Hacivat: " Karagözüm, barış yapalım, sun bana bir salkım üzüm. "
Karagöz:  " İki karış uzakta dur, bir bardak zıkkım çözüm. "
Hacivat: " Nasıl olur, bir bardak zıkkım çözüm? "
Karagöz:  " İç zıkkımın kökünü, titrerken gör  çözümü. "
Hacivat: " Aman Karagözüm, zıkkım zehir olmasın? "
Karagöz:  " Zehir,  tehir olmasın, bardağa dolsun. "
Hacivat: " Dur Karagözüm, zehir bardağa dolmasın. "
Karagöz:  " O zaman Hacivat sessiz kalsın. "
Hacivat: " Ağzıma fermuarı çektim, işte bak sustum. "

SON




KARAGÖZ İLE HACİVAT: GÜBRE

Hacivat Karagöz'ün evinin önünden geçerken, Karagöz pencereden Hacivat'ın üstüne atlar, boğuşmaya başlarlar. Yoldan geçen adamlar ikiliyi ayırırlar, bunlar sakinleşince adamlar gider. Yalnız kalınca Hacivat sorar: " Aman Karagözüm, bana neden saldırdın? Ben sana ne yaptım? "
Karagöz: " Şuna bak, bir de ne yaptım diye soruyor. "
Hacivat: " Söyle canım efendim, bir suçum varsa bileyim. "
Karagöz: " Cenabettin Bey yalıya bahçıvan arıyormuş. Zoti'yi göndermişsin. "
Hacivat: " Doğrudur. Zoti iyi bahçıvandır "
Karagöz: " Ben kötü bahçıvan mıyım? "
Hacivat: " Hayır, kötü bahçıvan değilsin. "
Karagöz: " O zaman beni gönderseydin. "
Hacivat: " Geçen defa seni gönderdiydim. Bahçedeki güllerin altına insan gübresi dökmüşsün. O kadar gül soldu. "
Karagöz: " Eee Cenabettin Bey geldi, Karagöz gülleri gübrele dedi. "
Hacivat: " Ama olmaz ki, insan gübresi dökülmez ki. "
Karagöz: " Ne gübresi dökülür? "
Hacivat: " Hayvan gübresi dökülür. "
Karagöz: " Kedi, köpek gübresi. "
Hacivat: " Olmaz. "
Karagöz: " Kuş, fare gübresi. "

Hacivat: " Olmaz Karagözüm, olmaz. "
Karagöz: " Bunlar hayvan değil mi? "
Hacivat: " Hayvan ama gübreleri bahçede kullanılmaz. "
Karagöz: " Kullanılırsa ne olur? "
Hacivat: " Topraktaki bitkiyi öldürür. Tarla, bahçe bozulur. "
Karagöz: " .... "
Hacivat: " Bir de Cenabettin Bey'i sokakta kovalamışsın. "
Karagöz: " Kovalarım tabi. Bana kızdı, bağırdı. "
Hacivat: " Kızar, bağırır. Yalının bahçesini tümden bitirdin. Bahçeyi temizletti, yeniden gül ektiriyor. "
Karagöz: " Keşke ben ekseydim gülleri. "
Hacivat: " Artık sana orası yasak. "
Karagöz: " Gülleri eksinler de sonra ben bakımını yaparım. "
Hacivat: " Karagözüm, söyle bakalım ne gübresi kullanırsın? "
Karagöz: " Sen söyle. "
Hacivat: " Ahır hayvanlarının gübresi. Say bakalım. "
Karagöz: " İnek, öküz gübresi. "
Hacivat: " Başka. "
Karagöz: " Boğa, tosun gübresi. "
Hacivat: " Başka. "
Karagöz: " At, eşek gübresi. "
Hacivat: " Başka, başka. "
Karagöz: " Koyun, keçi gübresi. "
Hacivat: " Değil mi ya? İşte bunları kullanmalısın? "
Karagöz: " Bak hepsini bildim. Zoti'yi kov, beni işe al. "
Hacivat: " Zoti'yi kovmam ama seni işe alırım. Yeni bir iş. "
Karagöz: " Yeni bir iş mi? Ne işi bu? "
Hacivat: " Yük taşıyacaksın. Sandık sandık domates. "

Karagöz: " Gündelik ne kadar? "
Hacivat: " Gündelikler hep aynı. Bu işin bir de ayrıcalığı var."
Karagöz: " Ayrıcalık mı? Neymiş o çabuk söyle. "
Hacivat: " İstediğin kadar domates yiyebilirsin. "
Karagöz: " İstediğim kadar mı? Desene yaşadım. Midem bayram edecek. "


SON



KARAGÖZ İLE HACİVAT: MATİZ

Hacivat'ı gece uyku tutmaz. Sabah erkenden kalkar, giyinip dışarı çıkar. Karagöz'ün evinin kapısını çalar. Bir daha çalar. Karagöz uykulu gözlerle pencereye çıkar. Bakar kapıyı çalan Hacivat'tır:

" Hacivat, sabahın seher vakti neden kapıyı çalarsın? " diye sorar.
Hacivat: " İn aşağı Karagözüm, yarenlik edelim. Ben söyleyeyim, sen dinle. Sen söyle ben dinleyeyim. "
Karagöz: " De git Hacivat, başka işin yok mu senin? Alırım ayağımın altına. "
Hacivat: " Gel aşağı Karagözüm, gece uyku tutmadı. "
Karagöz: " Seni uyku tutmadı ama benim uykumu kaçırdın. "
Hacivat: " Uykunu mu kaçırdım? Uykun nereye kaçtı? "
" Uykum sana kaçtı, " diyen Karagöz, pencereden Hacivat'ın üstüne atlar. Boğuşmaya başlarlar. Karagöz'ün elinden kurtulan Hacivat: " Dur Karagözüm, sana bir hesap sorusu sorayım, bilirsen hemen giderim. " der.
Karagöz: " Sor bakayım, benim hesabım kuvvetlidir. "
Hacivat: " İki iki daha kaç eder? "
Karagöz: " Hı.. "
Hacivat: " Yani ikiyle ikiyi toplasan kaç olur? "
Karagöz: " Kaç mı olur? İkiyle ikiyi toplasan kaç olur? "
Hacivat: " Tamam işte Karagözüm, ben sana soruyorum. İkiyle ikiyi topla kaç buldun? "
Karagöz: " Sen kaç buldun? "
Hacivat: " Ben sorduğum sorunun cevabını biliyorum. Sen biliyor musun? "
Karagöz: " Ben biliyorum. Sen bilmiyor musun? "
Hacivat: " Ben biliyorum. Sen biliyorsan söyle? "
Karagöz: " İki iki daha şey eder. Ya Hacivat, bu soru kolay, daha zorunu sor. "
Hacivat: " Sen bunu bil, daha zorunu sorarım. "
Karagöz düşünürken, aradan zaman geçer. Sağa sola bakınıp bir kurtarıcı ararken, Tuzsuz Deli Bekir çıkagelir. Hacivat'tan çok Karagöz'le haşır neşirliği vardır: " Vay Karagöz, arpacık kumrusu gibi ne düşünürsün? Karadeniz'de gemilerin batamaz, kayığın olsa Marmara'da batardı. Bilmem anladın mı? "

Karagöz bu matizden oldum olası hoşlanmamıştır. Onun olduğu ortamda dut yemiş bülbüle döner. Matize korkuyla karışık saygı duyar. Her zaman, matizin belindeki bıçak olmasa ben bilirim yapacağımı, der. Ama ufaktan da olsa racon kesmeden duramaz: " Ya matiz, Hacivat beni gece rüyasında görmüş. Sabah erkenden kapıma üşüştü. Soru soracağım, dedi. Şimdi sen söyle: İki iki daha kaç eder, ben bilemem mi? "
Matiz: " Bilemezsin. Bilirsen seni sokak sokak sırtımda gezdiririm. " Der ve belinden bıçağını çıkarır, aha bak şuraya yazıyorum, diyerek çömelip toprağı eşeler.

Bunun üzerine Karagöz sadece küçük değil, büyük dilini de yutar. Sus pus olur ve gözlerini aşağı indirir. İçinden, matiz geldi, beni Hacivat'ın elinden kurtardı ama rezil etmese bari, diye düşünür.

Karagöz'ün süngüsünün düştüğünü gören matiz Hacivat'a döner: "Bak Hacivat, ben ilk mektebin birinci sınıfına giderken, sınıfın en tembeliydim. Arap hoca bize dua öğretirdi. Evde kitaptan iyice çalışın, ezberleyin, gelin. İşte şu, şu duaları okutucam, derdi. Ben evde tastamam duaları ezberlerdim ama arap hoca karşıma dikilince duaları unutuverirdim. Bana kızardı, bağırırdı. Senenin ortasına doğru bu Karagöz bizim sınıfa geldi. Arap hoca beni bıraktı, buna yöneldi. Karagöz araptan çok azar işitti. Üçe gitmedi. Daha sonra başka mahalleye taşındılar, bu da araptan kurtuldu. Arap hoca tekrardan bana döndü. Bir sene sonra ben de araptan kurtuldum, dörde gitmedim. "

Matiz derin bir iç geçirir, hal ve gidiş böyle Hacivat kardeş. Haydi, kalın sağlıcakla, der ve yürüyüp gider. Karagöz ile Hacivat ise, az sonra selamlaşıp dostça ayrışırlar.

SON

10
Fifa 16 / Ynt: FIFA 16 - Online - Ödüllü 2. Sanalaraf Turnuvası
« Son İleti Gönderen: kartal_omer Temmuz 08, 2017, 16:19:44 ös »
PS4 ten eklemek isteyen varsa kullanıcı adım omerelpe saygılar.
Sayfa: [1] 2 3 ... 10