Mart 29, 2024, 12:19:51 ös

İletileri Göster

Bu özellik size üyenin attığı tüm iletileri gösterme olanağı sağlayacaktır . Not sadece size izin verilen bölümlerdeki iletilerini görebilirsiniz


Mesajlar - Hüseyin102

Sayfa: 1 [2] 3 4
16
Edebiyat / Dört Tavşanını Pazarda Satan Çocuk
« : Ekim 19, 2016, 10:55:27 öö »

Hasan geçen yıl dokuz yaşındaydı. Bir gün evlerinin arkasındaki bahçede bir tavşan gördü. Tavşan kaçmadı Hasan’dan. Hasan tavşanı sevdi, tutup kaldırmak istedi. Tavşan çok ağırdı, hem karnı şişti. Belli ki yakında yavrulayacaktı. Babası yoktu Hasan’ın. Beş yıl olmuştu, aralarından ayrılıp bu dünyada onları yalnız bırakışı. Anası evlere temizliğe gidiyor, öyle geçiniyorlardı.

Aradan on beş gün geçti ki tavşan dört tane yavruladı. Bir ay sonra anne tavşan ortadan kayboldu. Hasan bir süre sonra anne tavşanı unuttu ve bütün sevgisini yavru tavşanlara verdi. Günler günleri, aylar ayları kovaladı. Artık yavru tavşanlar büyümüş, kocaman birer tavşan olmuşlardı.

Günlerden bir gün Hasan’ın annesi Hacer hanım şiddetli bir gribe yakalandı. Evde yorgan-döşek yatıyor, devamlı olarak doktor, ilaç diye sayıklıyordu. Doktor paraya gelirdi, ilaç parayla alınırdı. Kıyıda-köşede biraz paraları olsaydı, ama hiç paraları yoktu. Hasan sağa-sola bakındı. Sandalye, masa,vazo, tabak, halı gibi eşyaları satsaydı, satsaydı ama eşyaların çoğu eskiydi, hem kim para verip alırdı. Nitekim yoldan geçen bir eskiciye masayla sandalyeyi satmaya kalkmış ama eskici para etmez onlar demişti.

Annesinin hastalığının beşinci gününün gecesi, Hasan rüyasında kendisini evin bahçesinde otururken görüyordu. Tavşanlar da kafesteydi. Birden kafesin kapısı açıldı ve tavşanlar koşarak Hasan’ın yanına gelip, Hasan bizi sat, annen kurtulsun, dediler ve koşarak uzaklaşıp geri dönerek Hasan’ın yanına gelip, Hasan bizi sat annen kurtulsun, dediler. Bu böyle birkaç dakika devam etti. Daha sonra uyanan Hasan sabaha kadar ağladı. Erkenden kalkan Hasan yüzünü yıkadı, elbiselerini giydi. Baktı öbür odada annesi hasta yatağında uyuyordu. Baygın gibiydi. Hasan omuzlarını arkaya doğru gerdi, göğsünü kabarttı, başı dimdikti. Odasındaki büyükçe karton kutuyu aldı. Bahçeye çıktı. Kafesteki tavşanları kutuya koydu. Yolda yürürken hiç ağlamıyordu, Hasan ağlayamıyordu. O gece saatlerce ağladığı için göz pınarları kurumuştu.

Hasan pazar yerinde bir köşeye içinde dört tavşanın bulunduğu karton kutuyu bıraktı. Vakit erken diye ortalık tenhaydı. Geçen saatlerle birlikte tavşanlara müşteri çıkardı. Akşamüstü olmuştu, artık hava kararıyordu. Hasan mecbur kaldığı için çok ucuza tavşanları bir adama sattı. Annesi evde ölümcül hastaydı, ilaç içmesi lazımdı. Hasan en yakın eczaneden, eczacıya durumu anlatıp, birkaç tane grip ilacı aldı. Parası kalmamıştı, doktor çağıramıyordu. Hasan hızlı adımlarla eve doğru yöneldi. Eve vardığında annesinin soğumuş cesediyle karşılaştı.


17
Edebiyat / Kırmızı Balık Mega - Serdar Yıldırım
« : Ekim 19, 2016, 10:54:31 öö »

Büyükçe bir bahçenin ortasında küçücük bir havuz. Bu havuzda minicik bir balık. Kırmızı balık Mega. Onun hikayesi inanıyorum ki, pek çok okuru derinden etkileyecektir. Sarsılmaz bir iradesi vardı Mega’nın, taş gibi. Asla yolunu şaşırmadı. Ayrıca mangal gibi yüreği vardı, korkusuzdu. Haksızlıkları gördüğü anda resmen patlardı.

Mega bir gün yüzerken aniden irkildi. Şimşek hızıyla başını çevirdi. Kendisini seyreden kediyi görünce duraladı. Böylesine kocaman bir kediyi ilk kez görüyordu.
“ Ne o, korktun mu balıkçık? “ dedi kedi.

Bunun üzerine Mega:

“ Senden korksaydım dibe dalardım, ama ben öyle yapmadım. Demek ki, korkmamışım. “
“ Vay canına! Dilin ne kadar uzunmuş senin. Sokul da dilini koparayım. “
“ Önce sen sataştın. İlk saldırı hakkı senin. Haydi, bekliyorum, atla suya. “
“ …… “
“ Neden sustun? Dilini mi yuttun? Konuşsana! “
“ Sonra konuşuruz. Çok acıktım! Ben gidiyorum. “

Kedi havuzun az ilersindeki bir ağacın altına gitti. Koca kafasını kaldırıp yukarı baktıktan sonra ağaca tırmanmaya başladı. Hedefi kuş yuvasıydı. Mega kedinin niyetini anladı. Yuvada yavru kuşlar vardı. Daha uçamıyorlardı. Onları ancak anneleri kurtarabilirdi, ama o da görünürde yoktu. Besbelli yavrularına yiyecek bulmak için gitmişti. Belki yakında olabilirdi. Mega avazı çıktığı kadar bağırmaya başladı:

“ Anne kuş, yetiş, yavruların tehlikede. Kedi onları yiyecek. Yetiş anne kuş, yuvaya gel. Yavruların tehlikede. “

Mega’nın feryadını anne kuş duydu. Bir kurşun hızıyla uçup yuvasına çöreklenmiş yavrularını yemekte olan kediye saldırdı. Kedi boş bulundu, saldırıyı karşılayamadı ve ağaçtan aşağı düştü. Anne kuş, kedi tekrar ağaca tırmanırken, yavrularından önce birini, daha sonra diğerini havuzun kenarına indirdi. Yuvada kalan yavru cansız yatıyordu. Dördüncü yavru ise, ortada yoktu. Demek ki, kedi onu yemişti. Kedi yuvada cansız yatan yavruyu yiyip aşağı indi. Aynı anda anne kuş iki yavrusunu ayaklarıyla kucaklayıp havalandı. Fakat zorlukla uçuyordu. Bazen ağaçların dallarına çarpıyor, yavrularıyla birlikte yere düşüyordu. Kedi hep peşlerindeydi. Mega, anne kuşun iki yavrusuyla uçup gidemeyeceğini anladı:

“ Anne kuş, yavrularından birini havuza at. Ben onu kurtarırım. Sen ötekini emin bir yere götür, sonra gelip buradakini alırsın. Bırak birini, haydi havuza bırak. “

Anne kuşun başka çaresi kalmamıştı. Mega’nın dediğini yaptı. Biraz alçalıp yavrularından birini havuza attı ve uçup gitti. Mega yavru kuşu sırtına bindirdi. Yavru kuş kurtulmuştu. Emin ellerdeydi, Mega’nın ellerindeydi. Kedi ağır adımlarla havuzun kenarına geldi:

“ Onu hemen bana vereceksin! Sallanma çabuk ol! “
“ Öyle yağma yok. Sıkıysa gel kendin al. “
“ Yoksa bana karşı mı geliyorsun? “
“ Çarşı da gelirim, karşı da gelirim. Ben her türlü haksızlığa karşıyım, çünkü benim adım Mega. “
“ Mega, haksızlık dedin, kim yapmış haksızlığı? “
“ Kim yapacak, tabii ki sen. Biraz önceye kadar şu karşıdaki ağaçta bir kuş yuvası vardı. Yuvada dört yavru kuş vardı. Günahsızdılar. Cıvıldaşıyorlardı. İkisini sen yok ettin, biri burada, birini anne kuş götürdü. Anne kuşun yavrularını kurtarmak için yaptığı amansız mücadeleyi çaresizlik içinde seyrettim. Ne istedin onlardan bilmem ki? “
“ Ama ben karnımı doyurmak zorundayım. Kuş yavruları benim için sadece birer yiyecek. Senin duygusallığın hiçbir şey ifade etmiyor. Ağaca çıkıyorum ve kuş yavrularını yiyorum, mesele bu kadar basit. “
“ Peki, ben şimdi üzüntü içindeyim. Anne kuşun durumunu sorma. O, herhalde kahroluyor. Yanında götürdüğü yavrusunu bırakıp sırtımda gördüğün şu garibi kurtarma telaşesi içinde. Yavrucuğun kalbi nasıl da küt küt atıyor. Bu seni hiç etkilemiyor, yani duygusuzsun. Yavru kuşu sana versem yersin değil mi? “
“ Aman Mega, ne demek? Yavruyu çıtır çıtır yerim. Hele havuzun kenarına sokuluver. İzin ver seni de yiyeyim be Mega. “

Kedinin sözleri üzerine Mega gülümsedi. Her şey o kadar basitti ki. Açıklaması çok kolaydı. Biraz zeka gelişimi bunun için yeterliydi. Mega kendi kadar ağır olan yavru kuşu sırtında taşımaktan yorulmuştu. Geçen her dakika bir saat kadar uzun geliyordu. Hani anne kuş neredeydi? Niçin gelmiyordu? Mega yavru kuşla birlikte bir batıp, bir çıkmaya başladı. Yavru kuş su yutuyordu, boğulacaktı. Mega onun kaçıp gidebileceğini düşündü:
“ Yavru kuş, seni havuzun kenarına bırakacağım. Kanatlarını çırp, uçmaya çalış, koş, kaç, canını kurtar, olur mu? “

Yavru kuş olur anlamında başını salladı. Mega onu havuzun kenarına bıraktı. Yavru kuş fırladı, uçamıyordu ama kaçıyordu. Kedi sevinç çığlıkları atarak yavru kuşun peşine takıldı. Yavru kuş, birden durdu, geriye döndü. Kanatlarıyla yerdeki taşı alarak üstüne doğru hızla gelmekte olan kedinin kafasına tüm gücüyle savurdu. Taş, kedinin kafasına geldi. Canı yanan kedi yavru kuşun peşini bırakıp oradan uzaklaştı. Mega şaşkın bir halde bu cesur yavru kuşu alkışlarken, anne kuş gelerek yavrusunu alıp gitti.

Kedi bir hafta ortalıkta gözükmedi. Bir öğle vakti tavuklar bahçede yem yiyorlardı. Mega bahçe duvarı üstünde kediyi görünce bağırmaya başladı:
“ Kedi geldi. Çabuk kaçın tavuklar, kümese kaçın. Canını seven kaçsın. “

Biraz sonra kümese giren tavuklar kapıyı içerden sürgülediler. Kedi duvardan atlayıp havuzun kenarına geldi:
“ Sen ne biçim balıksın be? Hiç utanma yok mu sende? Niye yaygara yapıyorsun? Kedi gelmişse ne olmuş? “
“ Kes tantanayı pis kedi. Asıl utanmaz sensin. Kuş yavrularını ben mi yedim? Gözün tavuklarda ama bana iyi bak, tavukları yutturmam sana: “
“ Tavuk eti sevmem ben. Hem o kuş işi geçen seneydi. “
“ Ne geçen senesi? Daha bir hafta oldu. Arsız olduğun kadar yalancısın da. Bas git buradan. Soytarı! “
Mega oldukça ağır konuşuyordu ama kedi bunu hak etmişti. Onun gibilere başka türlü davranılamazdı. Rüzgar ekersen, fırtına biçerdin. Eğer Mega kedinin yaptıklarına göz yumsa, daha alt perdeden konuşsa, kedi Mega’yla alay ederdi.

Kedi uzunca bir sopa alarak havuzun dibindeki tıkacı çıkardı:
“ İntikam için dönmüştüm. Sonun geldi Mega. Seni kimse kurtaramaz. “

Ama Mega kendini koy vermedi. Canla başla giderden uzak durmaya çalıştı, var gücüyle ters yöne yüzmeye çabaladı. Havuzdaki su giderek azaldı. Mega’ya yardım edilemez miydi?
“ Edilir, neden edilmesin? Mega kurtarılsın. “

Dünyanın dört bir yanındaki yağmur bulutları gökyüzünde toplandı ve yağmur yağmaya başladı. Yağmur damlaları birbirleriyle yarış ediyordu. İlk damlalar beton zemine çarptığında havuzda su kalmamıştı. Mega can çekişmekteydi. Zaman geçtikçe su seviyesi yükseldi. Mega nefeslendi, rahatladı, gücü yerine geldi. Mega’nın kurtulduğunu görmek, kediyi çileden çıkarmaya yetmişti. Sopayla Mega’ya vurmaya başladı. Bir iki derken, ayağı kaydı kedinin ve havuza düştü. Mega kedinin üstüne atıldı. Canavar kedi, planın geri tepecek dedikten sonra sopanın ucundaki ipi kedinin boynuna dolayıp sopayı gidere iyice soktu. Suyun içinde nefessiz kalan kedi çırpına çırpına can verdi. Yaptığı kötülükler yanına kar kalmamıştı. Giderdeki sopa su kaçağını çok aza indirince yağmur yavaşladı. Yarım saat sonra bahçeye çıkan ev sahibi Kerem Bey havuzun içindeki kediyi gördü. Şaşkınlıktan ne yapacağını bilemez bir halde ağzını açıp öylece bakakaldı.

SON



18
Edebiyat / Kurbağacık - Serdar Yıldırım
« : Ekim 19, 2016, 10:32:16 öö »


Ormanlık bir bölgede bulunan bir su birikintisinde yaşamakta olan kurbağacık hiç arkadaşı olmadığından yakınıyordu. Bu kurbağacık vaktinin çoğunu su birikintisinde yüzerek geçiriyor, bazen de sudan çıkıp, çimenlerin üstünde zıplayarak geziniyordu. Her gün bir önceki günün tıpatıp benzeriydi.Her gün aynı şey, hep aynı şeyler. Bitmek tükenmek bilmeyen bir tekdüzelik kurbağacığı canından bezdirmişti. Kurbağacık bir gün kızdı kendine:

“ Sanki bütün ömrünü bu su birikintisinde geçirmeye pek meraklısın.. Dünya senin zannettiğin kadarcık mı sanki? Dünya bu kadar küçücük mü sanki? Neden kurtarmazsın kendini buradan, çekip gitmezsin buralardan? Eğer sen bu yaşadığın su birikintisine dünya diyorsan, bil ki, sen bu dünyanın değil, bambaşka dünyaların kurbağasısın..Şunu hiç aklından çıkarma: Arzuladığın yaşama ancak bu su birikintisinden uzaklaşarak kavuşacaksın..”

Kurbağacık hemen o anda kararını verdi. Buradan ayrılarak yola çıkacak, gideceği yerlerde kendine arkadaş arayacaktı. Kurbağacık ormanda günlerce yol aldı. Artık ormanın sık ağaçları seyrekleşmiş, küçük bir düzlüğe çıkmıştı.Birden yerde parlak bir şey gördü.Bu da neydi böyle? Parlak şeye baktığında çok şaşırdı. Bunun içinde bir kurbağa vardı ve o kurbağa da kendisine bakıyordu. Geriye dönüp, bir taşın arkasına saklandı. İlk şaşkınlığı geçtikten sonra bu parlak şeyin çok ince olduğunu ve içinde kurbağa falan olamayacağını anladı. O zaman durum apaçık ortadaydı: Parlak şey ayna olmalıydı ve aynada kendini görmüştü. Kurbağacık aynayı alarak yakındaki bir ağacın kenarına kenarına yasladı. Aynanın karşısına geçerek türlü şaklabanlıklar yapmaya başladı. Bazen iki ayağı üstünde doğruluyor, bazen zıplıyor, bazen de derin nefes alıp göğsünü, yanaklarını şişirerek aynadaki aksini seyrediyordu. Bu hareketlerin içinde en hoşuna giden, aynada kendini iri görmek olmuştu. Gittikçe daha derin nefes alarak daha iri gözükmeye başladı. Sonunda, öyle bir an geldi ki, kurbağacık yusyuvarlak oldu ve ayaklarının yerden kesilip yükselmeye başladığını fark etti.

Kurbağacık hiç bozuntuya vermedi. Yerden on metre kadar yükselince ağzından biraz hava bıraktı. Daha fazla yükselmek gereksizdi.Her işte her şey seviye seviyeydi. Seviyesinin dozunu tam olarak ayarlamalıydı. Bir kuş değildi ki o, çırpsın kanatlarını, yükselsin gökyüzüne, uçsun uçabildiğince..Nereden baksan bir küçük kurbağacıktı. Olmaz denirdi, kurbağalar uçamaz denirdi, hayal gibiydi ama gerçekti. Uçuyordu işte. Kurbağacık şöyle bir etrafına bakındı. Yön tayini yaptı. Ormandan gelmiş, şu tarafa gidecekti. Sağ ön ayağını gideceği tarafa doğru mihaniki bir hareketle uzattı. Hayret!..Gitmek istediği tarafa dönüvermişti. Döndü iyi de hala havada hareketsiz duruyordu. Birden suda arka ayaklarını ileri gitmek için kullandığını hatırladı. Arka ayaklarını yavaş yavaş göğsüne çekti, geriye doğru bıraktı, çekti, bıraktı. Düşündüğü tastamam olmuştu. İlerleyebiliyordu. Artık canının istediği kadar gidip, istediği yerde de aşağı inebilecekti.

Kurbağacık bir süre uçtuktan sonra bir dere kenarında boylu boyunca uzanmış yatmakta olan yaşlı kurbağayı fark etti. ‘ Mutlaka bir rahatsızlığı vardır yaşlı kurbağanın ‘ diye düşündü.
‘ Çünkü hiçbir kurbağa böylesine açıkta yatmaz. Eğer yatarsa bu onun tehlikelere davetiye çıkartması anlamına gelir. İnip bakayım nesi varmış yaşlı kurbağanın. ‘

Yaşlı kurbağanın düşüp kaldığı bu çayırlık bir mesire yeriydi. İnsanlar günlük güneşlik yaz günlerinde hafta sonlarını burada geçirirler, piknik yaparlardı. Bir kendini bilmez yanında getirdiği şişenin içindekini içmiş, giderken de atmış şişeyi kırmıştı. İşte yaşlı kurbağa önündeki bu kırık şişenin bir parçasına basınca ayağından yaralanmış ve canının çok acımasına dayanamayarak bayılmıştı. Yaşlı kurbağa kendine geldikten sonra olanları kurbağacığa anlattı ve yardım etmesini istedi.

Kurbağacık:

“ Efendim, böyle bir durumla daha önce hiç karşılaşmadım. O cam parçasının ayağınızın altından çıkarılması lazım. Ben bunu başaramam.Gelirken görmüştüm. Az ilerde dere kıyısında iki çocuk balık tutuyordu. Gidip onları çağırayım, size yardım ederler herhalde. “ dedikten sonra zıplayarak uzaklaştı.

Kurbağacık çocukların yanına geldiğinde:

“ Lütfen yardım eder misiniz? Yaşlı bir kurbağa ayağından yaralanmış az ilerde yatıyor. Ne olur benimle gelin ona yardın edin , onu kurtarın. İyilik yapmak sevaptır. Haydi çocuklar, lütfen kalkın, benimle gelin. “ dedi.

Kurbağacığın yalvarmasına dayanamayan çocuklar, oltalarını sudan çıkarıp bir kenara koydular ve kurbağacığın peşine takıldılar. Biraz sonra yaşlı kurbağanın ayağındaki cam parçası çıkarılmış ve yaralı yer temiz bir bezle sarılmıştı.

Çocuklar gittikten sonra kurbağacık yaşlı kurbağaya destek oldu ve onu kuytu bir yere götürdü. Burada yaşlı kurbağa, kurbağacığa , yaptığı yardımlardan dolayı teşekkür ettikten sonra:

“ Nedense böylesine karşılık beklemeden yapılan iyilikler, yardımlar pek nadir oluyor. Nedense herkes bir başkası bana kötülük yapmadan ben ondan önce davranıp ona bir kötülük yapayım, ilk ben vurayım diyerek kesinlikle hiç bitmeyecek bir yarışı sürdürüyorlar. Gelin bu anlamsız kötülük yarışından vazgeçin, gelin kardeş olalım, elele tutuşalım, mutluluğa koşalım diyerek seslensem ben şimdi tüm canlılara acaba beni dinlerler mi? Hep kötülük görmekten, hep üzülmekten, hep ağlamaktan bıktım artık. “ diyerek sözlerini tamamladı ve ağlamaya başladı. Yaşlı kurbağanın ağlaması, kurbağacığın silkinmesine sebep oldu.

“Dur ağlama artık yaşlı kurbağa, sil gözyaşlarını. Bundan sonra ikimiz eş kardeş sayılırız. Demek ki bir kötülük yarışı yapılıyor ve herkes bu yarışı önde bitirme gayreti içinde. Buna karşın ben de şu andan itibaren iyilik yarışını başlatıyorum. Yakında dünya turuna çıkacağım ve tüm canlılara iyiliği anlatarak onların da iyilik yarışına katılmalarını sağlayacağım. İyilik bayrağı sonsuza dek gönderde dalgalanacaktır. “

Kurbağacık kendine çok güveniyordu. Neden derseniz, çünkü güçlü bir kozu vardı. Ne çabuk unuttunuz, uçabiliyordu ya. Kıtalararası yolculuk onun için hiçten bile değildi.


Serdar Yıldırım



Masal Bahçesi - Söğüt Yayınları - Haziran 2008 - Sayfa: 360-365
Eğlendiren Masallar - Karaca Yayınları - Sayfa: 3-19
Masal Diyarı - Yakamoz Çocuk - Yayın Yılı: 2008


19
Edebiyat / Canı Sıkılan Fil - Serdar Yıldırım
« : Ekim 19, 2016, 10:26:34 öö »

“ Karşı yoldan bir insan geliyor. Ama ne hızlı. Koşuyor mu? Hayır koşmuyor. Dur bakayım, bir şeye binmiş. Acaba o şeyin adı ne? Biraz hızlanıp yetişeyim şuna. “
“ Hey, insan nasılsın? “
“ İyiyim, sağ ol fil. Sen nasılsın? “
“ Ben de iyiyim. Sen neyin üstündesin şimdi? “
“ Bu mu? Bisiklet canım. İki tekerlekli bisiklet. “
“ İki tekerlekli bisiklet mi? “
“ Evet. “
“ Hayatımda ilk defa görüyorum böyle bir şey. Herneyse. Ben sana ne soracaktım ya. Hah buldum. Canım çok sıkılıyor, ne yapayım? “
“ Canın mı sıkılıyor? O zaman bisiklete bin, rahatlarsın. “
“ Bisiklete mi bineyim? Beni taşımaz ki bisiklet. “
“ Sen de taşıyanını bul. “
“ Nerden bulayım? “
“ Bul bir yerden. “
“ Bulamazsam. “
“ Bulamazsan, seni taşıyacak kocaman bir bisiklet yap. İşim acele, haydi, bana müsaade. “

Adam bisikletle giderken, fil de, koşar adım ters yöne gitmeye başladı. Ama fil arada bir durup adamın arkasından baktı. Düşündü.
“ İnsana canım sıkılıyor dedim, bisiklete bin dedi. Rahatlarmışım. Acaba canı sıkıldığı için mi bisiklete biniyor? Tüh, keşke sorsaydım. Şuna bak, ne hızlı gidiyor. Sahi iki tekerleğin üstünde nasıl dengede duruyor, düşmüyor, hayret!..”

Fil bisikletli adama yetişti:
“ Şey, canın sıkıldığı için mi bisiklete biniyorsun? “
“ Peşimden geleceğini anlamıştım. Sen çok meraklı bir filsin. Evet, canım sıkıldı, şöyle bir tur atayım dedim. Bisiklete binmek can sıkıntısına iyi gelir. Sana boşuna mı öğüt verdim? “
“ Peki, iki tekerleğin üstünde nasıl dengede duruyorsun? “
“ Alışkanlık meselesi. Bine-ine alışıyor insan. Öğrenirken biraz zorlandım ama sonra alıştım. Şimdi basit geliyor. “
“ Ben de alışabilir miyim dersin bisiklete binmeye? “
“ Sen önce bir bisiklet sahibi ol, daha sonra bana o soruyu sor. “
“ Bisiklet su üstünde gider mi? “
“ Hayır, ne üstünde, ne altında gitmez. “
“ Uçar mı? “
“ Hayır uçmaz. “
“ O zaman ne yapar? “
“ Kaçar. “
“ Nasıl? “
“ İşte bak böyle. Sakın peşimden gelme.”
Bisikletli adam, hızını artırıp uzaklaşıp giderken, fil, adamın arkasından bakakaldı.




20
Edebiyat / Avcı Mehmet'in Kurşunu - Serdar Yıldırım
« : Ekim 19, 2016, 10:25:57 öö »


Avcı Mehmet gökyüzünde uçmakta olan bir şahin görünce tüfeğini doğrulttu, nişan aldı ve tetiğe bastı. Namludan fırlayan kurşun şahine yöneldi. Aradaki yüz metrelik uzaklığı bir çırpıda aşıp onun gövdesine saplanırdı, çünkü Avcı Mehmet hiç kaçırmazdı. Kurşun gözlerini açtı, şahini gördü, ona acıdı. Öyle ya neden durup dururken bir can alsındı. Neden durup dururken öldürmek ihtiyacı hissetsindi. Şahinin kendisine bir zararı dokunmamıştı.

Çok hızlı uçuyordu canım bu şahin. Sanki birisi tarafından kovalanıyormuş gibi. Kurşun gözlerini şahinin gerisine kaydırdı. İşte o zaman bir kırlangıçla bir kartalın şahinin peşi sıra uçmakta olduklarını gördü. Kartal kırlangıcı kovalıyor olsa şahin kırlangıçtan niye kaçsındı? Kartal hem kırlangıcı hem de şahini kovalıyor olsa niye kırlangıçla şahin aynı hat üzerinde uçuyordu, biri bir yana diğeri öbür yana kaçar, böylelikle kartal sadece birini kovalamak zorunda kalırdı.

Kurşun onların yarıştıklarını düşündü. Doğruydu bu. Aylarca süren seçmelerden sonra üç yüz civarındaki uçan yaratıktan en iyi dereceleri yapan on tanesi finale kalmıştı. Bugün yapılan final yarışmasıyla şampiyon belirlenecekti. Yüz kilometrelik yarışın yarıya yakın kısmını kırlangıç önde götürmesine karşın, şahine geçilmiş, yine de şahini geçmek için yoğun çaba sarf ediyordu. Yarış beş kilometre ilerdeki dağlarda son bulacaktı. Dağlarda binlerce uçan yaratık yarışın sonucunu merakla bekliyordu.

Bırak şahin şampiyon olsun. O, ne zamandır bu yarışa hazırlanmıştı. Az sıkıntı çekmemişti bugün için, az ter dökmemişti bugün için, bu yarış için, birincilik için. Onu da sevenler var, onu da bekleyenler var. Ümitleri kırma. Şahine yol ver geçsin gitsin, şampiyon olsun. Kurşunun şahini gördükten sonra saniyenin onda biri kadar süren bocalaması aniden kesin kararlılığa dönüştü ve hedefine bir metre kala geniş bir kavis çizerek ilerdeki ağaçların arasına düştü. Yarışın sonunda, şahin birinci oldu. Kırlangıç ikinci, kartal üçüncü sırada yer aldı. Onlar birbirlerini tebrik etmeyi unutmadılar. Aylar sonra oralardan geçmekte olan izci gurubundaki bir çocuk izci kurşunu yerde görüp cebine attı. Evine döndüğünde kurşunu temizledi ve odasındaki komodinin içine koydu. Odaya her girişinde kurşunun sevgiyle gülümsediğini görüyordu. Kurşun iyilik yapmış, iyilik bulmuştu. Mutluydu.



21
Edebiyat / Ynt: İki Dinazor Kardeş
« : Eylül 26, 2016, 11:49:27 öö »

Serdar Yıldırım Masal Okuyor

KIRLANGIÇ İLE SERÇE
https://youtu.be/c8oWesPz5mk



YAVRUSU OLMAYAN KANGURU
https://youtu.be/NLyZbfENHlE



ÇAKAL
https://youtu.be/kHuXg5YC-oI


22
Edebiyat / İki Dinazor Kardeş
« : Eylül 26, 2016, 11:46:30 öö »

Zamanımızdan bir milyon yıl önce yeryüzündeki dinazorlar çağında iki dinazor kardeş yaşıyordu. Bu iki dinazor kardeş ot yiyerek besleniyordu. Her zaman birlikte gezerler, birlikte dolaşırlardı. Günleri çok sakin ve olaysız geçiyordu.

Günlerden bir gün iki dinazor kardeş gezerken, gökyüzünde yuvarlak ve ışık saçan bir cisim gördüler. İlk anda bunu bir yıldız veya dünyaya düşen bir göktaşı sandılar. Yıldızlar gündüz görünmezlerdi ve bu bir göktaşı olsa dünyaya düşmesi gerekirdi. Hiçbir göktaşı sağa sola hareket etmezdi. Oysa bu, bazen gökyüzünde olduğu yerde hareketsiz kalıyor, bazen akıl almaz hızla sağa sola gidip geliyor ve rengarenk ışıklar saçıyordu. İki dinazor kardeş önce çok şaşırdılar sonra korktular. Hayatlarında ilk defa böyle bir şey görüyorlardı. Birlikte koşarak barınak olarak kullandıkları büyükçe bir mağaraya saklandılar.

Daha sonraki günlerde zaman zaman bu olay tekrarlandı. Bir gün bu ışık saçan cismin saçtığı ışınlar öylesine yoğundu ki dayanılmaz sıcaklıktaki bu ışınlardan korunmak için, yakındaki bir göle girdiler. Günden güne daha çok tedirgin olmaya başladılar ve doğup büyüdükleri yerleri terk ederek uzak diyarlara göç ettiler.

Aradan uzun yıllar geçti. Bir akşamüstü konuşurken doğup büyüdükleri yerler akıllarına geldi. Canları oraları yeniden gezip görmek istedi. Hemen o anda sabah erkenden yola çıkmak için, söz verdiler. Eskiden barınak olarak kullandıkları mağaranın yakınlarına geldiklerinde şaşırıp kaldılar. Bunlar da neydi böyle?! İki ayakları üstünde yürüyen, iki kolları, elleri olan, başları, kaşları, gözleri, uzun saçları...Nereden gelmişler, neden buraya yerleşmişler, nasıl ve hangi amaçla yaratılmışlar? Bunları düşünmeye zaman bulamadılar. Çevredeki otlar arasından bu iki ayaklı yaratıkların yavrularından dört tanesi önlerine çıkıverdi ve korkmadan yanına geldiler.

İki dinazor kardeş oturdukları yerde kalakaldılar. Geriye dönüp kaçamıyorlardı çünkü çevrede başka yavru yaratık bulunabilirdi. Koskoca gövdeleriyle onları ezip geçmek, onlara bir zarar vermek istemezlerdi. Bu iyi kalpli, temiz yürekli dinazor kardeşler, çaresiz beklemeye başladılar. Biraz sonra çevreleri büyüklü, küçüklü yaratıklarla dolmuştu. Yaratıklar, dinazor kardeşlerin çevresinde elele tutuşup dönmeye başladılar. Sevinçlerini bağırışarak belli ediyorlardı. Yaratıkların kendilerine bir zararı dokunmayacağını anlayan dinazor kardeşler gözlerini kapatıp başlarını otların üstüne bıraktılar. Bu durum yaratıkların dost olmak  isteklerine verdikleri anlamlı bir cevaptı.

İki dinazor kardeş ilk insanları çok sevdiler, ilk insanlar da onları. Dünyadaki ilk insan nesliyle uzun yıllar sevgi, barış ve kardeşlik içinde yaşadılar.

SON


Serdar Yıldırım

23
Edebiyat / Bosnalı - Tarihi Hikaye
« : Eylül 26, 2016, 11:45:52 öö »

Doğma, büyüme Bosnalıydı. On sekizinde Yeniçeri Ocağı'na girmiş, birçok sefere katılmıştı. Cesaret ve atılganlıkta üstüne yoktu. Ayrıca çok iyi ok atardı. Yerden bir buçuk metre yükseğe bir testi diker, beş adım sayar, aynı yükseklikte ve aynı hizada bir testi daha diker. Otuz adım sayar. Döner. İki testi ile kendi bir çizgi gibi olur, arkadaki testiyi görmeyecek şekilde. Ok ve yayını alır. Bir okta iki testiyi kırardı. Bunu başka başaran olmazdı.

Köyünden bir kızla evlendi. Zamanla iki oğul, üç torun sahibi oldu. Oğulları gibi torunlarına da kılıç kullanmayı, ok atmayı ve ata binmeyi öğretti. Yaşı altmışı geçmişti. On sene vardı ki artık sefere, savaşa gitmiyor, torunlarının yetişmesi için, uğraşıyordu. Torunları on iki ve dokuz yaşları arasındaydı. Oğulları senede iki üç defa köye gelir, her seferinde on beş gün, bir ay kalıp giderlerdi. Asker arasında iki testiyi bir ok atışıyla kırışın anlatılıyor deyince eski günleri hatırlar, yüreği kıvançla dolar, göğsü gururla kabarırdı.

1534 senesinde devrin padişahı Kanuni Sultan Süleyman Irakeyn seferine çıkmış ve Bağdat üzerine yürümüştü. Bosnalının iki oğlu da orduya katılmıştı. Meydanı boş bulan Sırp eşkiyalar fırsat bu fırsattır deyip Rumeli'ndeki Türk köylerini basıp yağma etmeye, halkı acımasızca katletmeye başlamıştı. Bosnalının on iki ve on bir yaşındaki iki torunu o gün atla komşu köye gitmişti. Çocuklar köydeyken Sırp eşkiyalar köyü basmışlar, kısa bir direnmeyle karşılaştıktan sonra çocuk, kadın, ihtiyar demeden herkesi kılıçtan geçirmeye başlamıştı. Bosnalının on iki yaşındaki torunu zorlukla canını kurtarabilmiş ve atına binip kaçmak isterken omzuna yediği okla yaralanmıştı. Çektiği büyük acıya karşın, atını durdurmamış ve kendi köyüne olanları haber vermek için, yola çıkmıştı. Köyüne vardığında Sırp eşkiyanın yaptıklarını anlatmış ve  dedesinin kolları arasında son nefesini verirken, son sözleri, " Komşu köydekilerin, kardeşimin ve benim intikamımı al, dede.. " olmuştu. Bunun üzerine Bosnalı köydekileri bir araya toplayıp dağa çıkardı.

Akşamüstü Bosnalının köyüne gelen Sırp eşkiyalar, köyü terkedilmiş bir halde bulunca çok kızdılar. Tamamı yirmi kişi olan eşkiyaların reisi Kasap İvan geceyi burada geçirmeye karar verdi. Köy meydanına büyük bir ateş yakıp yanlarında getirdikleri içkileri içip eğlenmeye başladılar. Bosnalı köydekileri dağa bıraktıktan sonra yanında kalan son torunu dokuz yaşındaki Hüsrev ile birlikte geri dönmüş, köyün yakınındaki bir tepeden eşkiyaları gözlüyordu. Vakit gece yarısını bulmuştu ki, Bosnalı, torununu tepede bırakarak sessizce köye indi. Köyün çevresinde nöbet tutan dört eşkiyayı birer birer okladıktan sonra köy meydanının kenarındaki bir evin arkasına saklandı. Eşkiyalar, ateşin etrafında sıralanmışlar, Sırpça şarkı söylüyorlardı. Bosnalı barut kesesini çıkardı, okun ucuna bağladı. Aradaki mesafeyi iyice hesapladıktan sonra yayını gerip oku ateşin ortasında düşecek biçimde attı. Büyük bir patlama sesi feryatlara karıştı. Bu patlamadan geriye Kasap İvan ve iki eşkiya kalmıştı. Bosnalı onların toparlanmasına meydan vermeden kılıcını çekerek, üstlerine atıldı. Kısa süren bir mücadeleden sonra iki eşkiya cansız yere serildi. Geriye eşkiyaların reisi İvan kalmıştı. Bosnalı ile İvan'ın kılıç kılıca yaptıkları vuruşma bir hayli devam ettikten sonra Bosnalı'nın sert bir kılıç darbesiyle İvan'ın elindeki kılıç kırıldı. Silahsız kalan İvan dizlerinin üstüne çökerek:

" Dur ihtiyar, öldürme beni. Buraya çok altın getirdim. İşte bak altınlar şu gördüğün torbaların içinde. Al hepsi senin olsun. Yeter ki canımı bağışla..." diyerek yalvarmaya başladı. Aman dileyene el kalkmayacağını bilen Bosnalı geriye dönmek için, adım attığı anda İvan şimşek hızıyla çizmesinde sakladığı bıçağı çekti. Fakat bıçağı atmak için, kaldırdığı kolu havada kaldı. Karnına yarıya kadar giren kılıç ve sırtına saplanan bir ok onun istediğini yapmasını engelledi. İvan korkunç bir feryat kopararak cansız yere kapaklandı.

Kılıcı atan Bosnalıydı da oku kim atmıştı? Bosnalı etrafına bakınırken, ilerdeki bir ağacın arkasında saklanmakta olan torunu Hüsrev elinde yayıyla ortaya çıktı ve dedesinin yanına geldi. Bosnalı elini torununun omzuna koyarak, her an böyle bir kalleşlik bekliyordum, tetikteydim torun, deyince Hüsrev, dede, hangimizin attığı ok mu kılıç mı önce saplandı dersin, dedi.

SON


Serdar Yıldırım

24
Edebiyat / Tiger
« : Eylül 26, 2016, 11:45:07 öö »

Zamanlardan bir zamanda, devirlerden bir devirde, bir ülkenin bir köyünde, bir kadın oğlan doğurdu. Siyah saçlı, siyah gözlü bu çocuğun ismini Tiger koydular. Bakalım gelecek günler bu çocuktan neler bekler?

Tiger yedi - on beş yaşları arasında çobanlık yaptı. Kimse için kötülük düşünmeyen, iyi niyetli, temiz yürekli bir çocuktu. Günleri dağlarda, ovalarda koyun sürüsü peşinde geçip gidiyordu. Çok seviyordu koyun gütmeyi. Sürüsündeki her koyunun ismini biliyordu. Bu isimleri kendisi koyuyordu. İsimlerin hepsi çiçek isimleriydi: Papatya, sümbül, menekşe, karanfil...

Tiger koyunlardan sonra en çok çiçekleri seviyordu. Diğer çobanlar gibi kaval çalmaz, koyunlar otlarken çevreden çiçek toplardı. Bu çiçekleri eve dönünce annesine armağan ederdi. Annesi de çiçekleri toprak vazolara koyar, vazolardaki çiçekleri her gün sulardı. Bu yüzden Tigerlerin evi çiçek bahçesine dönmüştü.

Günlerden bir gün Tigerlerin komşusuna bir akrabaları ziyarete geldi. Bu adam o ülkenin başkentinde yaşıyor ve çiçek ticaretiyle meşgul oluyordu. Aynı zamanda saray çiçekçibaşısıydı. Çok zengindi. Başkentte dört tane çiçekçi dünkanına sahipti. İnsan bu kadar çiçeklerle içiçeyken ziyarete gittiği evin komşusunun oğlunun çiçekleri çok sevdiğini duyunca onunla tanışmadan durabilir mi?

Çiçekçi, Tiger'in çiçek sevgisine, çiçek bilgisine hayran kaldı.
" Belki de bu çocuk, bu kuş uçmaz kervan geçmez köyden başka yerde örneğin bir büyük şehirde dünyaya gelseydi garanti saraya çiçekçibaşı olurdu, " diye düşündü. Çiçekçi, Tiger ile annesini başkente götürdü. Onları oldukça geniş bahçesi olan bir eve yerleştirdi. Tiger'e dükkanlarından birinde iş verdi. Tiger ustasından kısa zamanda çiçekçilik mesleğini öğrendi. Çiçekler hakkında bildiklerini yeni bilgilerle geliştirdi. Evlerinin bahçesinde çeşitli çiçek türleri yetiştirmeye başladı. Zamanla ünü ülkenin dört bir yanına yayıldı.

Kral bir gün bu çiçek bahçesini görmeye geldi. Nutku tutuldu, büyülendi sanki. Çiçekler o kadar güzeldi ki? Çiçeklerin güzelliğini hakkını vererek övmek istedi. Düşündü. Düşündü. Şaheser, inanılmaz güzellikte, hayranlık duyulacak... Hayır, hayır. Bilinen hiçbir kelime veya deyim bu çiçekleri övmek için, yeterli olamazdı. Bu çiçekleri yetiştirmeyi başaran kişi de bir kenarda kalamazdı. Kral, Tiger'e saray çiçekçibaşısı atandığını söyledi ve onu saraya götürdü. Görevden alındığını öğrenen eski çiçekçibaşı itiraz etmek istedi. Fakat bütün çabası boşuna oldu. Kendisini zorla saray dışına çıkardılar.

Tiger tam altı yıl çiçekçibaşı olarak görev yaptı. Her yıl ülke çapında en güzel çiçek yarışması düzenledi. Bu yarışmaların hepsinde ilk on sırayı Tiger'in çiçekleri paylaşıyordu. Tiger tek seçiciydi ve ilk on sıra dışında kalanlar eleniyordu.

Altıncı yıl sonunda kral yaşlandığını öne sürerek görevine devam etmeyeceğini açıkladı. Yeni kral seçimi için, tek seçici olarak Tiger'i görevlendirdi. Sonrasını tahmin etmek zor değil: Tiger kendi kendini kral seçti. Eski kral krallığını Tiger'e bıraktıktan sonra saraydan çok uzaklarda yaptırmış bulunduğu çiftliğe çekilerek sakin bir yaşam sürmeye başladı.

Tiger'in elinde yönetmesi gereken koskoca bir ülke vardı ve o bu şansını sonuna kadar kullanmasını bildi. Ülke için faydalı birçok işler başardı başarmasına da halkın büyük çoğunluğu ekmeklerinden koparılarak  gerçekleştirilen ve esas faydası gelecek nesillere dokunacak olan projelere memnun kalmayan, öfke dolu bakışlarla baktılar. Tiger halktan yükselen feryatlara kulaklarını tıkadı, duymamazlıktan geldi, doğru bildiği yoldan milim şaşmadı.

SON


Serdar Yıldırım

25
Edebiyat / Belediye Otobüsü
« : Eylül 26, 2016, 11:44:32 öö »

İlçenin tek belediye otobüsü törenle hizmete girdi. Caddenin iki yanına dizilmiş insanlar bir alkış tufanı kopardılar. Şoför Hasan direksiyon başında gururla oturuyor, bu nefis arabanın ilk kullanıcısı olma şerefine kavuşuyordu. On yıllık şofördü ama yapılan sınavda birinci olmasa şimdi direksiyon sallayamazdı. Daha dört saat şoförlük koltuğuna kurulacaktı. Ondan sonra görevi Bekir devralacaktı. Bekir de usta bir  şofördü çünkü sınava katılan on iki şoför arasında ikinci olmuştu. Otobüsü ikindi üstü Tahsin teslim alıp, akşam sekizde belediye garajına çekecekti. Bugün binmek bedava olduğu için, belediye otobüsü zımbacık doluyudu. Duraklar ise, ana-baba günüydü. Önceki duraktan gelenler inecek, bu duraktakiler binecekti yani bayağı eğlenceli bir iş. Bedava belediye otobüsüne kim binmez ki?

Ertesi gün duraklarda in-cin top oynuyordu. Pek çok seferde otobüsün içinde şoförden başka kimse görünmüyordu. Garajda bilet kutusunu açan görevli, on tane bilet saydı. Demek ki koca gün on kişi otobüse binmişti. Sonraki günlerde üçe-beşe düşen müşteri sayısı bir hafta sonra hiçe düştü. Artık kimsecikler belediye otobüsüne binmiyordu.

Kimseciklerin belediye otobüsüne binmeme durumu aylarca devam etti. Belediye zarar ediyordu ama buna aldıran yoktu. Belediyenin ilçede pek çok dükkanı vardı. Mazota zam geldi mi, kiraları arttırıyordu. Masraf mı arttı yüklen esnafa. Esnafın canı sanki patlıcandı. Esnaf da zam yaptı malına, bu sefer müşterisi azaldı. Sonunda kirayı ödeyemeyen esnafı belediye mahkemeye verdi.

Esnaf mahkemelerde ne zamandır perişandı. Onların aileleri vardı, çocukları vardı. Hepsine yazık  oluyordu. Belediye otobüsü bir gece yarısı garajın kapısını açtı. Usul usul sokaklarda ilerlemeye başladı. Özellikle geceleri uyku tutmuyordu. Durumu fark ediyor, üzülüyor, sessizce ağlıyordu. Biliyordu hiç suçu yoktu ama nedense kendini suçluymuş gibi hissetmesine engel olamıyordu. O, adam, kadın, çocuk tüm insanları çok seviyordu. Bir yüreği vardı ve yüreği insan sevgisiyle doluydu.

Belediye otobüsü ilçe dışına çıktı. Asfalt yol uzayıp gidiyordu. Kendince bir türkü tutturdu. Biraz sonra türkünün derdine derman olmadığını fark etti. Türkü söylemeyi bırakıp olanları düşünmeye başladı. Ne gereği vardı bunca sıkıntının? Şu insanlar sıkıntıları başlarına bela etmekte ustaydılar. Belediye başkanı olayları başlatan ve başkan seçilsin diye kendisine oy veren insanlara karşı acımasız davranandı. Başkan gider, dertler biterdi. Bir süre bunları düşünen belediye otobüsü geri döndü.

O, sabahleyin evinden çıkıp yolun karşısına park edilmiş makam arabasına binmek için, karşıdan karşıya geçmekte olan belediye başkanının üstüne gidip iki metre karşısında durdu:

" İnsanlara çektirdiklerin yeter. Görevinden istifa et, bu iş bitsin. "

" Benim gitmemle sorunlar çözülecekse istifa ederim. "

" Sorunlar çözülür, sen yeter ki çekil. "

Yeni belediye başkanı esnafı mahkemelerden kurtardı. Dükkan kiralarını eski durumuna getirdi. Belediye otobüsü ise, yakalanıp rutubetli bir garaja kapatıldı. Çürümeye terk edildi.

SON


Serdar Yıldırım



26
Edebiyat / Gezgin Şehmuz İznik'te
« : Eylül 11, 2016, 22:43:09 ös »

GEZGİN ŞEHMUZ İZNİK'TE

Gezgin Şehmuz bir gün İznik'e gitmiş. İznik sokaklarında bir süre dolaştıktan sonra göl kıyısına gelmiş. Atını bir ağaca bağlayıp, kıyıdaki büyük taşların bulunduğu yere gidip oturmuş. Aradan yarım saat geçmiş geçmemiş, suyun içinde bir deniz kızı peydah olmuş. Gezgin Şehmuz şaşırmış, şimdi bu deniz kızı da neyin nesi, diye düşünmüş.

Deniz kızı:
" Selam Gezgin Şehmuz, nasılsın? "  deyince Gezgin Şehmuz daha çok şaşırmış. Öyle ya hadi gölden deniz kızı çıktı, bu olabilir gibiymiş ama deniz kızının kendisine adıyla hitap etmesi olacak şey değilmiş. Nereden tanıyormuş ki, bu deniz kızı Gezgin Şehmuz'u? Gezgin Şehmuz kendini toparlayıp şöyle demiş:

" Sağ ol güzel deniz kızı. İyiyim de şu anda epey şaşkın durumdayım. Ben deniz kızlarının sadece masallarda var olduğunu bilirdim. Daha önceden tanışık olmadığımız halde adımı bilmeniz beni çok şaşırttı. Konuyu açıklığa kavuşturmanızı istemek hakkım sanırım. "

Deniz kızı gülümsedikten sonra şunları söylemiş:

" Tabii Gezgin Şehmuz, bu senin hakkın. Gölün altında büyük bir yeraltı şehri var. Dipteki su kanallarından geçilerek yeraltı şehrine inilir. Sokaklar ve evler suyun içinde kurulmuştur. Su kanallarının kapakları özel bir durum yoksa daima kapalıdır. Ender olarak bizden biri göle çıkar. Biz oradan burayı yani dünyadaki insanların yaşayışlarını inceleriz. Daha doğrusu sizi seyrederiz. Konuşmalarınızı duyarız. Sizleri tanırız, biliriz. Fakat yaşantınıza karışmayız. Olaylara müdahale etmeyiz. Bu bir çeşit sihirli aynalar aracılığıyla gerçekleşir. Ben yeraltı şehri kralının kızı Prenses İrona'yım. Gezgin Şehmuz'un göl kıyısına geldiğini görünce durur muyum? Hemen çıkıp geldim. Ne dersin, gelmekle iyi etmedim mi sence? "

" İnan bana deniz kızı gelmene çok sevindim. Ayrıca anlattıkların düşünce ufuklarımı genişletti. İnsanlar çoğunlukla günübirlikçidir, günü yaşamaya, günü kurtarmaya bakarlar. Gelecek hırs vermez, geçmiş ders vermez. Düşünceler belli kalıplar içinde sınırlanmıştır. Bu dar kalıplar içindeki düşünceler körelmiştir. İleri gitme şansı yoktur, tersine daima geriye gider. Bu dar kafa zihniyetinden kendini kurtarabilen, düşüncelerini belli kalıpların dışına taşırabilen özgün düşünme yeteneğini elde eder. Özgün düşünme, kişiye özel sadece o kişinin beyinsel fonksiyonlarının ürünü olan bir sistemdir. Bu yeteneğin kazanılabilmesi için, önce okuyup öğrenmek sonra da öğrendiklerini doğru olarak yorumlayıp, öğretebilecek duruma gelmek gerekir. Gezip dolaşmanın, yeni insanlar tanımanın konu üzerindeki önemi inkar edilemez. "

" Gezgin Şehmuz, sen bir söz ustasısın, bir filozofsun. Şu anda yeraltı şehrinde konuşmalarımız dinleniyor ve yazıcılar bunları kaleme alıyorlar. Az önce söylediklerin bizlere hayatımız boyunca yol gösterici olacaktır, yolumuzu aydınlatacaktır. Bir önerim olacak, bilmem nasıl karşılarsın? Bu konuşmalar masal havası içinde kitap olarak hazırlansa, torbalara konup buraya getirilse, sen atına yükleyip, bu şehirde ve gideceğin şehirlerde, köylerde halka parasız olarak dağıtır mıydın? Bitince geçerken uğrar, yenilerini alırdın. İnsanlara faydası büyük olurdu bu fikirlerin. "

" Prenses İrona, gerçekten asilce bir davranış içindesiniz. Karşılık beklemeden insanlara iyilik yapmak güzel bir duygudur. Önerini kabul ediyorum. "

Daha sonraki günlerde Prenses İrona'nın getirdiği torbalar dolusu kitabı Nicea'da ( İznik'te ) ve çevre köylerde dağıtan Gezgin Şehmuz mutlu bir şekilde oradan ayrılmış. Yeni şehirler görmek üzere yola düşmüş.

SON


Serdar Yıldırım

27
Edebiyat / Lama Ve Puma
« : Ağustos 17, 2016, 17:08:31 ös »





Güney Amerika Kıtası'ndaki And Dağları'nda bir lama yaşıyormuş. Bu lamanın adı Heman'mış. Heman bazen sürüyle birlikte otlar, bazen yalnız gezermiş. Hayat güzelmiş, yaşamak güzelmiş, otlamak güzelmiş. Nereden gelmiş bilinmez bir puma ( Dağ aslanı ) ortaya çıkmış. Puma avlanmaya başlamış. Lamalar sağa sola kaçışmışlar ama puma her defasında bir lamayı yakalamış.

Lamalarda bir korku, bir telaş; geceleri bile uyuyamaz olmuşlar. Bir pumanın karnı doyacak diye yüz lama can pazarında, doğru mu bu?

Aradan yıllar geçmiş. Puma belası birkaç günde bir tepedeki mağarasından inerek lamaları avlamış. Son yedi yılda yedi yavrusu olan Heman'ın yavrularını puma almış. Heman, seneye yavrulamak istemiyormuş. Nasılsa puma kapacak diye öteki lamalara da yavru yapmamalarını söylemiş. Belki o zaman puma açlıktan ölürmüş.

Günlerden bir gün Heman tepedeki mağaranın önünde oynaşan dört puma yavrusu görünce, bela bir iken yakında beş olacak. Bunlar bir büyürse vah bana, vahlar size, demiş arkadaşlarına. Yandık ki hem ne yandık, soyumuz kuruyacak, demiş arkadaşları.

Bir yıl sonra avlanmaya başlayan beş puma kısa sürede lamaları kırıp geçirmiş. Geriye sadece Heman kalmış. Heman koşarak zirveye çıkmış. Ulu Kartal Kondor'a seslenmiş. Kondor gelmiş. Heman olanları anlatmış. Yardım dilemiş. Kondor, Heman'a acımış. Dileğini kabul etmiş. Sonraki günlerde pumaları birer birer avlamış.

Heman oralardan çok uzaklara giderek başka bir lama sürüsüne katılmış. Aradan zaman geçmiş bir yavrusu olmuş. Pumasız ortamda yavrusunu büyütmüş. Birlikte kırlarda özgürce koşup oynamışlar.


SON



Serdar Yıldırım


28
Edebiyat / Sırtlan Zobo Masalı
« : Ağustos 17, 2016, 17:07:54 ös »




Sırtlan gruplarının dışladığı, aralarında barındırmadığı Zobo adındaki sırtlan bir şehrin çok yakınlarına gelmişti. Çayırın ortasında toparlak bir şey dikkatini çekti. Bu neydi? Zobo, onu kokladı. Burnuyla ittirdi. Yuvarlanıyordu. Biraz daha, biraz daha derken, o yuvarlandıkça, Zobo zevk aldıkça, oyun sürdü. Daha sonra oyunu bıraktı. Yorulmuştu. Çimenlere yattı. Uyuyakaldı.

Zobo gürültüye uyandı. Tatlı tatlı gerindi. Anında gerinmeyi bırakıp büzüştü. Vitesi geri taktı. Geri geri gitti. Az sonra çalıların arasında görünmez oldu. Ama görüyordu. Ne olup bittiğini anlamaya çalışıyordu. Bu dünyanın sahipleri yani insanlar, o yuvarlanan şeyin peşinden koşuyordu. Arada bir durup bağırışıyorlar sonra yine oyuna devam ediyorlardı. Tahta direklerin arasında biri o yanda, biri bu yanda, iki insan sabit bekliyordu. Eğer vuruş direklerin arasından geçerse gool diye bağırıyorlardı. Galiba bunlar iki ayrı takımdı ve maç yapıyorlardı. Bunları düşünürken toparlak şey yuvarlandı ve yanına geldi. Zobo fırladı, topu burnuyla ittirdi, ayaklarıyla vurdu, sahanın ortasına geldi. Zobo'yu görünce önce korkan insanlar, sonra alıştılar. Gol atınca onu alkışladılar. Koştu, koştu, insanlarla çoştu, başroldeydi ve kalıplaşmış bir takım fikirleri kırmak mümkündü.

Sonra insanlar gittiler, Zobo yalnız kaldı. Daha sonraki günlerde çok bekledi insanlar gelir diye ama kimse gelmedi. Güçlü çenesiyle ısırarak topu patlattı. Ses yüksek frekanslıydı, çok korktu. Hızla koşarak oradan uzaklaştı. Dağlara gitti. İnsan yapısı top patlıyor ve korkutuyordu. Demek ki, insan da patlar ve korkuturdu. Bunun üzerine  bir daha insanlarla karşılaşmamaya söz verdi.

SON   



29
Edebiyat / Panter Masalı
« : Temmuz 19, 2016, 17:58:39 ös »

Panterin biri, bir ovanın ortasına bakkal dükkanı açmış. Özellikle su, sulu gıdalar ve et satışları çok oluyormuş. Panter bire almış, ona satmış. Parasına para katmış, zengin olmuş. Ovada yaşayanların eğitim eksikliği panterin dikkatini çekmiş. Bakkal dükkanının karşısına ticaret okulu yaptırmış. Pek çok yavru hayvan bu okulda okumaya başlamış. Ticaret dersine panter girerek ders vermiş. Onlara ticaretin kurallarını, ticarette nelerin yapılması ve nelerin yapılmaması gerektiğini öğretmiş.

Bir yıl sonra okul ilk mezunlarını vermiş. Yavru ayı, yavru kurt, yavru tilki... şimdi kocaman olmuşlar. Mezun olur olmaz ovadaki tek ticarethane olan bakkala yönelmişler. Panter, suyu, eti kaça alıp kaça satıyor, araştırmışlar. Okulun masraflarını karşılamak için, karını giderek artıran ve bire alıp yirmiye satmaya başlayan panterden şikayetçi olmuşlar. Orman mahkemesi panteri suçlu bularak hapse atmış. Panterin ilk ziyaretçileri öğrencileri olmuş. Toplu halde gelen öğrenciler panterden özür dilemişler. Panter onları sessizce dinlemiş.

Ertesi gün panteri odasına çağıran hapishane müdürü, öğrencilerinizi iyi yetiştirmişsiniz, deyince, panter, ne demezsin, demiş. Hem biraz fazla iyi yetiştirmişim. Ticaret gelişsin, bölge kalkınsın derken, bu gidişle ticaret yok olacak.

Hapishane müdürü:
" Yok canım, öğrencileriniz bakkalı işleteceklermiş. Ticaret neden yok olsun? "

Panter:
" Bakın ben sıfırdan zirveye çıktım. Sıkıntılar yaşadım, fırtınalara göğüs gerdim. Onlar hazıra kondular. Paraşütle zirveye çıktılar. Küçük bir esinti karşısında direnemezler. Zirvede tutunamazlar. "

Aradan bir ay geçmemiş. İflas eden bakkal dükkanı kapısına kilit vurmuş. Okul zaten kapanmış, öğrenciler dağılmış. Kuraklığı yaşayan ovada bir damla suya hasret kalınmış. Ova mahkemesi davayı gözden geçirmiş ve panteri serbest bırakmış. Panter bakkal dükkanını yeniden açmış. Dükkan müşterilerle dolup taşmış. Panter kar marjını artırarak bire alıp elliye satmaya başlamış.

Panter okulu da açmış. Yeni öğrencilerine ticaret dersi vermeye başlamış. Derslerinde girişimci olmanın yararlarını ve girişimcinin korunması gerektiğini vurgulamış. Bir daha panteri hiçbir öğrencisi şikayet etmemiş.


SON



Serdar Yıldırım

30
Edebiyat / Anne Kanguru Masalı
« : Temmuz 19, 2016, 17:57:35 ös »




Bir kanguru varmış. Kesesinde yavrusunu taşırmış. Zamanla yavru büyümüş, keseye zor sığar olmuş. Ayrılık vakti gelmiş, çatmış.

Anne kanguru: " Benim güzel yavrum, artık büyüdün, kocaman oldun. Ayrılacağız, sen yoluna ben yoluma. "

Bunun üzerine yavru kanguru: " Anne, ne olur beni bırakma. Ben sensiz ne yaparım? "

Anne kanguru: " Ama canım, ben senin kadarken çoktan yalnız kalmıştım. Canımı dişime taktım, zorlukları alt ettim, hayatın kötülüklerine göğüs gerdim. Savaştım ve kazandım. "

" Anneciğim, canım benim. Ne olur, bir süre daha seninle kalayım. Gelişeyim, güçleneyim. O zaman hızlı koşarım. Dingolar, ( Avusturalya'da yaşayan bir köpek türü. ) beni yakalayamaz.

" Güzeller güzeli, Esat'ım benim. Aman, ağzından rüzgar alsın. Seni dingolara teslim etmem. Gerekirse birkaç ay daha sana bakarım. "

Ertesi gün yavrusuyla birlikte otlamakta olan anne kanguru ilerden gelmekte olan dingoları görmüş. Dingolar geliyor deyince yavru kanguru annesinin kesesine girmiş. Hızla kaçmaya başlayan anne kangurunun peşine dingolar takılmış. Giderek yaklaşmakta olan dingolardan kurtulamayacağını anlayan anne kanguru, yavrusuna şöyle demiş:

" Esat, dingolar yaklaşıyor. Şu köşeyi dönünce ağaçların arasına seni bırakacağım. Yere yat, sessizce bekle. Ben peşimdekilerden kurtulunca seni almaya gelirim. "

" Tamam oldu. "

Biraz sonra hafifleyen anne kanguru dingolarla arasını giderek açmaya başlamış. Sonunda dingolar, anne kangurunun peşini bırakmışlar. Anne kanguru çok uzaklardan geniş bir yay çizerek yavrusunu bıraktığı yere sabaha karşı gelebilmiş. Aramış, taramış, çalı diplerine, ağaç kovuklarına bakmış, bağırmış, yavrusu yokmuş. Günler sonra yavrusunu bulmaktan ümidini kesmiş ve ağlayarak bölgeyi terk etmiş. Yavrusunu başka bölgelerde arayacakmış.

Annesi Esat'ı bırakalı birkaç saat olmuştu ki, oradan geçmekte olan kanguruların kralı, Esat'ı görmüş ve yanına almış. Yavrusu olmayan kral, Esat'ı tahtının varisi olarak yetiştirecekmiş.

Böylece aradan on yıl geçmiş. Yaşlanan kral tahtını Esat'a bırakmış. Esat, kral olmuş. Kanguruları doğruluk ve adalet ilkelerine bağlı kalarak yönetmeye başlamış.

Kralın evlatlığı Esat'a tahtını bıraktığı haberini duyan anne kanguru çok heyecanlanmış. Yeni kral acaba onun yavrusu olabilir miymiş? Adı da yaşı da aynen tutuyormuş.

Anne kanguru saraya gitmiş. Görevlilere durumu anlatmış. Görevliler, olanları krala söyleyince kral hızla koşarak saray kapısında yaşlı gözlerle bekleyen annesine sıkıca sarılmış.

Esat uzun yıllar krallık yapmış. Annesini yanından ayırmamış. Bu zaman süresince kangurular çoğalmışlar. Dingolarla çetin bir uğraş içine girmişler ve onları yenmişler. Sayıları azalan dingolar, uzak diyarlara göç etmişler. Böylelikle kangurular dingo korkusu olmadan yaşamaya başlamışlar.

SON



Serdar Yıldırım

Sayfa: 1 [2] 3 4