BİZİM KÖYLÜ İLE PAPAĞAN
Eski zamanlarda yaşayan bir köylü, ormanda yaralı bir papağan bulmuş. Papağanın yarasını saran köylü, onu bir kafese koymuş. Tarlaya giderken, ekin biçerken papağanı yanında götürürmüş. Geldi zaman, geçti zaman papağan iyileşince köylü papağanı serbest bırakmış. Bunun üzerine papağan uçup gitmiş.
Aradan aylar geçmiş. O yıl kıtlık olmuş. O köyün ve diğer otuz dokuz köyün sahibinin adı kırkağaymış. Köylüler, kırkağaya kırkayak derlermiş. Kıtlığın olduğu o yıl bizim köylü işte bu kırkayaktan borç para almış. Ertesi yıl ürün az olunca ve köylü borcunu ödeyemeyince, kırkayak tepesine binmiş. Köylü tarlada çift sürerken, kırkayak, dört adamıyla birlikte gelip, köylünün iki öküzünü borcun faizine karşılık almak istemiş. Köylü buna karşı çıkınca kırkayak ve adamları tarafından dövülmeye, yerlerde sürüklenmeye başlamış.
Aslında papağan kafesten kurtulduktan sonra uzaklara gitmemiş, köyün civarında kalıp, yarasını iyileştiren köylüye göz, kulak olurmuş. Onu uzaktan takip edermiş. Olayı gören papağan karşı ormandan kırkayağın üstüne dalışa geçmiş. Kırkayağın boynundan güçlü pençeleriyle yakalayıp, burnunu ve ağzını gagalamış. Fakat kırkayağın adamlarında biri, papağanı bir vuruşta yere sermiş. Papağan toparlanıp ormana doğru uçmuş ve ormandaki yüzlerce papağanı toplayıp geri dönerek, kırkayak ve adamlarının kırk köydeki saltanatına son vermiş. Papağanlar, daha sonra, bizim köylüyü sırtlarında taşıyarak evine götürmüşler.
SON
SİVRİKOZ ZAMANA KARŞI
Sivrikoz'un küçük yaşlardan itibaren kafasına takılan sorular vardır. Yıllar geçtikçe bu sorular daha da belirginleşir. Annesine, babasına, amcasına, dayısına bu soruları sorar fakat gelen cevaplar tatminkar olmaz. İyi, güzel diyorsunuz da benim beklediğim cevaplar bunlar değil, der. Babası bir gün:
" Sivrikoz beklediğin cevaplar bunlar değilse sen sorduğun soruların cevabını biliyorsun demektir. " der de Sivrikoz babasına cevaplardan tam olarak emin olmadığını söyler. Sivrikoz'un sorduğu sorular nedir?
Acımasızca geçen zaman, insanları neden yaşlandırıyor?
İnsanların görünüşleri neden değişiyor?
Zaman geçtiği için, insanlar yaşlanıyorsa zamanı durdurmak mümkün değil midir?
Sivrikoz bir gün babası Hacivat'tan izin alır ve zamanı arayıp bulmak, onunla hesaplaşmak için, yola çıkar. Sonraki günlerde zamanı arar, her önüne gelene zamanı sorar ama kimse zamanın nerede olduğunu bilmemektedir. Günlerden bir gün bir ormandan geçerken bunalır, olanlar canına tak der ve bağırır:
" Ey zaman, kimsin sen, nerdesin, aramaktan bıktım, çık ortaya, yetti yaptıkların. "
Birden ormanda sert bir ses yankılanır:
" Hey genç, beni mi aradın? Senin adın nedir? "
" Benim adım Sivrikoz. Seni aradım. Soracak sorularım var. Neden insanları yaşlandırıyorsun? Şimdinin ihtiyarı bir zamanlar gençtim, güçlüydüm diyor. Geçtin de ne oldu? Ne kazandın? İnsanlar belli bir yaşa gelince o insan için zamanı durdur. Yaşlanmasın ama yaşasın. Genç kalsın. "
" Sen neler diyorsun Sivrikoz? Daha önce kimse benim işime karışmıyordu. Ben de istediğim gibi kendimi kuruyordum. Genç ve güçlü birini, yaşlı, iki büklüm bir ihtiyar haline getirmek benim için önemli. Ben o ihtiyarın genç halini hatırlar ve gülümserim. Ama sen istemiyorsan bundan sonra kimseyi yaşlandırmam. "
Zamandan söz alan Sivrikoz sevinçle oradan uzaklaşır. Sonraki günlerde zaman sözünü tutmaz ve insanları yaşlandırmaya devam eder. Durumu fark eden Sivrikoz çok üzülür ve bir daha zamanı ne arayıp, ne sorar.
SON
PRENSES KELEBEK
Kraliçe kelebek bir ağacın dalları üzerine yüz tane yumurta bırakmış.
Karşı dala oturup yumurtalarını seyre dalmış.
Aradan zaman geçmiş, yumurtalardan doksan dokuz tane prens kelebek çıkmış.
Kraliçe kelebek bu işe çok şaşmış.
Prens kelebekler fır dönüp etrafta uçmuşlar.
Son yumurtadan kim çıkacak diye merakla bakmışlar.
Çok bekletmemiş, son yumurta açılmış.
İçinden bir prenses kelebek çıkmış.
Prenses kelebek kanatlarını çırpmış, havalanmış.
Karşı balkonda bulunan saksıdaki çiçeğe konmuş.
Evin hanımı o anda balkondaymış.
Ne güzel kelebek diye kanatlarını ellemiş.
Kelebeklerin kanatları ellendiğinde tozu gider, uçamazmış.
Prenses kelebek korkmuş, kaçmaya çalışmış.
Uçamamış ve yere düşmüş.
Kara kedi prensesi fark etmiş.
İşte hazır lokma diye düşünmüş.
Kraliçe kelebek kediden önce davranmış.
Prensesin kanadına kendi kanadından toz üflemiş.
Prensesim, uç, kaç, kurtul, demiş.
Prenses havalanmış, uçmuş.
Annesini kedi yakalamış.
Prenses son bir kez dönüp bakmış.
Ama annesini görememiş.
İki damla yaş gözlerinden süzülmüş.
Uçmuş, gökyüzüne doğru kanat çırpmış.
SON
TAVŞAN İLE CİVCİV
Tavşanın biri, okumaya çok meraklıymış. Okuduğu her yazıdan sonra, okuduklarını anlatacak birini ararmış. Bir gün bu tavşan bir civcivle karşılaşmış. Civciv tavşanın anlattıklarını ilgiyle dinlemiş. Bir süre sonra epey bir bilgi birikimine sahip olmuş ama okuma-yazma bilmiyormuş.
Tavşana:
" Bana okuma-yazma öğretebilir misin? " diye sormuş.
Tavşan:
" Aman efendim, ne demek? Tabi ki, okuma-yazma öğretirim, " demiş.
Aradan günler geçmiş. Civciv okuma-yazma öğrenmiş. Kitapları çok sevmiş. Onların içinde bilim, bilgi, kültür saklıymış. Okumuş, okudukça okuyacağı gelmiş. Hayatı sorgulamaya başlamış. Hemen her söylenene inanmamış. Araştırmış. Bakalım bunlar doğru mu, diye.
Günlerden bir gün civcivin aklına şöyle bir düşünce gelmiş: " Tavuk yumurtasından çıkana civciv deniyor. Ben kalabalıkta değil ayrı durmalıyım. Adı şu denince, ha bildim onu, diyebilmeli canlılar. "
Kendine özel isim aramış ve sonunda bulmuş. Benim adım Civcettin demiş. Bunu arkadaşı tavşana söylemiş. Tavşan konuya akılcı yaklaşmış ve Civcettin'ın beklemediği bir atak yapmış:
" O zaman benim adım da Tavşaniye. "demiş. Tavşaniye ile Civcettin birbirlerine sıkıca sarılmışlar.
Onlar okumuşlar, hep okumuşlar. Okuduklarımız bizde kalmasın başkalarına da ulaşsın diyerek diğer canlılarla fikir alışverişinde bulunmuşlar. Sonunda, o canlıların da karanlıktan kurtuldukça aydınlık yarınlara selam verdiğini görmüşler. Aydınlığın her zaman karanlığı yeneceğinden emin olmuşlar ve mutlu olmuşlar.
SON
KELOĞLAN SITMA SAVAŞI
Eski zamanlarda bir ülkenin padişahının yüz tane çocuğu varmış. Bu çocukların ellisi oğlan, ellisi kızmış. Padişah oğlanlar büyüdükçe onları değişik şehirlere sancak beyi olarak göndermiş. Kızlarını ise, sevdikleri gençlerle evlendirmiş. Sadece biri, evlenmeye yanaşmamış. Bu da padişahın kızlarının en güzeli olan en küçük kızıymış. Bütün taliplerini geri çevirmiş. Çünkü hiç birinde aradığı özellikler yokmuş. Benim evleneceğim erkek mütevazi, cesur, bilgili ve atılgan olmalı diyormuş.
Günün birinde bu ülkede ateşli bir hastalık olan sıtma baş göstermiş. Hastalık kısa sürede yayılmış. Pek çok insan yataklara düşmüş. Ülkenin hekimleri, bilginleri hastalığın çaresini bulamamışlar. Padişah, hastalığı önleyip, hastaları iyileştirene on eşek yükü altın vereceğini bildirmiş. Ayrıca en küçük kızını bu kişiyle evlendireceğini ilan etmiş. Olanlardan haberdar olan Keloğlan anasından izin alıp başkente gitmiş.
Saray bahçesinde padişahın en küçük kızını gören ve onunla konuşan Keloğlan ata binerek dağlarda, ovalarda günlerce yol almış. Şehirlere, köylere giderek hastalarla ve hasta yakını çocuklarla konuşmuş. Hastalar, sivrisinek soktuktan sonra bu hastalığa yakalandıklarını ve sivrisineklerin bataklıkta çoğalıp etrafa yayıldığını anlatmışlar. Birkaç hasta yakını çocuk, Keloğlan'a bataklığı ve buraya suyunu akıtan dereyi göstermiş. Keloğlan derenin akış yönünü değiştirip denize yönlendirerek, bataklığı kurutmayı planlamış. Böylece sivrisineklerin yaşam alanı yok olacakmış. Keloğlan'ın yanındaki çocuklar, komşu şehir ve köylere giderek olaydan diğer çocukların haberdar olmasını sağlamışlar. Keloğlan çağırıyor, gelmelisiniz, demişler. Birkaç gün sonra derenin kenarındaki ovada binlerce çocuk toplanmış. Bu çocuklar, Keloğlan'ın söylediklerini yaparak toprağı kazıp kanal açmışlar ve dereyi denize akıtmışlar.
Suyu kesilen bataklık, sıcak havanın etkisiyle on günde kurumuş. Oralardaki sivrisinek nesli yok olmuş. Keloğlan sivrisinek sokmasıyla ortaya çıkan sıtmanın önünü almış. Sıtmalı hastalara kına kına kabuklarından hazırladığı ilacı içirerek iyileşmelerini sağlamış. Keloğlan padişahın verdiği on eşek yükü altının, bir eşek yükü bana yeter, diyerek dokuzunu çocuklara dağıtmış. Padişahın en küçük kızıyla evlenmiş. Düğün hediyesi olarak verilen sarayda yaşamaya başlamış. Anasını da yanına aldırmış. Üçü birlikte gelecek güzel günlere gülümseyerek bakmışlar. Masalımız da burada bitmiş.
SON
ANTİLOP İLE AKREBİN DOSTLUĞU
Afrika'nın ortasındaki uçsuz bucaksız düzlüklerde bir antilop yaşıyormuş. Bu antilop arkadaşlarıyla yarışır ve hep birinci olurmuş. Çok hızlıymış. Onun çitalarla yarışıp birinci olduğunu görenler varmış.
Bir gün antilop, diğer antiloplarla yaptığı yarışı en ön sırada tamamlamış. Yarışı seyreden orman sakinlerinden bazıları antiloptan imzalı resim istemişler. Antilop çantasında bulunan resimleri alarak imzalamaya başlamış. En sondaki akrebe sıra geldiğinde şanssızlık bu ya resim bitmiş.
Antilop:
" Ne yazık ki resim bitti. Çok isterdim bir resmim daha olsaydı ve imzalayıp size verseydim ama olmadı. Çantada hiç resim kalmadı. Başka sefere söz size iki resim imzalarım. "
Antilop böyle demiş ama akrep herkesin yanında küçük düştüğünü sanıp utanmış, kızarmış. Antilop yürüyüp giderken, dişlerini gıcırdatmış:
" Görürsün sen antilop, bunu yanına bırakmam. İntikamım korkunç olacak. "
Daha sonraki günlerde akrep, antilobun girdiği her yarışı seyretmiş. Yarış bitince antilobu tebrik etmiş. Kendini ona tanıtmış. Aralarında dostluk ortamı oluşmuş.
Bir gün akrep, antiloba:
" Şampiyon, seninle arkadaş olmak istiyorum. " demiş.
Bunun üzerine antilop, akrebe:
" Ne zamandan beri tanışıyoruz, arkadaşız ya. " demiş.
" Arkadaşız da, ben bu arkadaşlığı ileri seviyelere taşıyıp, sırdaş olmak istiyorum. Pek çok sırrım var ve bu sırları seninle paylaşmak istiyorum. "
" Tamam, anlat o zaman. Gel şu tenhaya gidelim, orada ne sırrın varsa anlatırsın. "
" Olur mu, arkadaşım! Toprak, ağaç, çimen bizi duyabilir. Yerin kulağı vardır. Sen iyisi mi izin ver üstüne çıkayım, oradan kulağına girip anlatayım. Böylece kimse sırlarımı duymamış olur. "
Akrebin isteğinde kötü niyet aramayan antilop, ona izin vermiş. Akrep hızlı adımlarla antilobun üstüne çıkmış ve kısa bir zaman sonra kulağına girip orada çöreklenmiş ve başlamış antilobu tehdit etmeye:
" Hemen yere çök ve sesini çıkarma. Yoksa seni sokarım. "
Antilop olanlardan bir şey anlamamış. Akrebin ses tonundan işin ciddiyetinin farkına varmış ve yere çökmüş. Antilobun çok korkması ve her istediğini yapması akrebi azdırmış, daha büyük olaylara zemin hazırlamasına fırsat yaratmış.
Akrep antilobun yarışlara katılmasını istiyormuş ama yarışta önde giden antiloba, yavaşla yoksa kuyruğumu kulağına saplarım, diyormuş. Yavaşlayan antilop sonuncu oluyor ve taraftar kaybediyormuş.
Günler sonra antilop yalnız ve çaresiz kalmış. Artık akrebin zorlamasıyla yarışlara katılıyor ve sonuncu olunca gözyaşları içinde ağlıyormuş. Antilop ağlarken, akrebin kahkahaları kulağında çınlıyormuş.
Akrep bir gün neden böyle davrandığını anlatmış, Resim olayından bahsetmiş.
Günlerden bir gün antilop toprak yolda yürürken, hapşırmış. Antilobun kulağında duran akrep boş bulunmuş, yere düşmüş. Akrebi yerde gören antilop ayaklarıyla vurarak onu ezmiş. Böylelikle akrepten ve onun acımasız dostluğundan kurtulmuş.
Antilop daha sonra yarışlara katılmaya başlamış. Girdiği her yarışı kazanarak, kendine taraftar toplamış. Çevresi giderek genişlemiş, arkadaşları çoğalmış. Arkadaşlarına, herkesle arkadaş olabilirsiniz ama bir akreple kesinlikle arkadaş olmayın. Akrebin size vereceği zarar hayatınıza bile mal olabilir, demiş.
SON
KELOĞLAN UÇAN HALI
"Bir varmış, bir yokmuş. Keloğlan adında bir genç varmış. Çalışmayı sevmezmiş ama kızlar onun peşinden koşarmış. Kasaba yolunda önüne çıkarlar, beni al Keloğlan, beni al, derlermiş. Bunun üzerine Keloğlan:
" Yoo, durun bakalım kızlar. Hepiniz çok güzelsiniz ama benim gözüm yükseklerde. Ben padişahın kızını almak isterim. " dermiş. Böyle dermiş ama, sen padişahın kızını gördün mü, onunla konuştun mu, diyenlere, ne gördüm, ne konuştum ama ben onu seviyorum, dermiş. Ee Keloğlan bu, görerek de sever, görmeden de sever, ona sadece başı kel diye Keloğlan dememişler. Mert, yiğit, cesur olmasa yüzyıllardır adı böyle saygıyla anılır mıymış? Keloğlan, Anadolu insanının ezilmişlikten kurtulmak isteyişinin canlı bir haykırışıymış. Her yiğit gencin içinde mutlaka bir Keloğlan varmış. Yürü Keloğlan yürü, Anadolu sana yetmezmiş, senin adın dünyada duyulmalıymış.
Yürü Keloğlan yürü demiştik ya sonunda Keloğlan yürüye yürüye başkente varmış. Hayal gibiymiş ama başkentte herkes padişahın kaçırıldığından bahsediyormuş. Böyle bir olay dünya tarihinde olası değilmiş. Kim kaçırabilirmiş ki koskoca padişahı?
Bir, iki derken duydukları, ee yeter artık deyip, Keloğlan saraya gitmiş. Keloğlan'ı padişahın kızının huzuruna çıkarmışlar. Padişahın kızı Ayla'nın iki gözü dört çeşmeymiş. O kadar çok ağlamış ki, sarayın salonu diz boyu gözyaşı dolmuş. Ayla biraz daha ağlasa sarayı gözyaşı basacakmış. Keloğlan Ayla'nın yanına gitmiş:
" Sevgili sultanım, nedir bunca gam keder, babanızın kaçırılması mı etti sizi heder? " demiş. Ayla gözyaşlarını silmiş. Daha önceki gecelerde bu genç pek çok defa rüyalarına girmiş. Onun olmazı olduran, imkansızı gerçekleştiren biri olduğunu biliyormuş:
" Aman Keloğlan, yaman Keloğlan, dağlar başı duman Keloğlan.
Sen sen ol Keloğlan, odamdaki halı uçar Keloğlan.
Sen halı uç de halı uçar, dünyayı dolaşır gelir Keloğlan.
Ben sana aşığım Keloğlan, ne olur babamı kurtar Keloğlan. "
Ayla'nın haykırışı üzerine Keloğlan harekete geçmiş. Odaya gidip halının üstüne oturmuş. Ayla ve baş vezir de halıya binmiş. Keloğlan, halı uç, demiş, halı uçmuş. Saray penceresinden çıkıp gökyüzüne yükselmiş. Ayla'nın söylediğine göre, babasını kaçıran amcasıymış. Amcası dedesinin bir cariyeden olma oğluymuş. Yıllar önce saray dışına çıkarılmış ama anasının teşvikiyle şimdi padişahlıkta hak iddia ediyormuş.
Uçan halı, Uludağ'ın sarp ve yalçın kayalıklarında kurulmuş olan kaleye varmış. Saray penceresinden içeri salona girmiş. Keloğlan, Ayla ve baş vezir uçan halıdan inmişler. Padişah salonun ortasındaki bir kafes içindeymiş. Ayla tahtında oturan amcasına doğru yürümüş:
" Amca, amca, neden yaptın bunu böyle, derdin nedir, çabuk söyle? " demiş. Amcası ayağa kalkmış. O da yeğeni Ayla'ya doğru yürümüş:
" Yeğen, yeğen, uçan halıya bindin geldin, neden beni payladın? " demiş.
" Amca, amca, ben seni paylamadım. Sen neden babamı kaçırdın? " demiş.
" Yeğen, yeğen, babanı kaçırdım ama o beni önemsemedi. Tahta bir oturdu, kalkmadı. O tahtta benim de hakkım var, dedim, bana dönüp bakmadı. Babanla ben kardeşiz. Baba bir ana ayrı, olur mu kardeşler arasında ayrı gayrı? Tahtın yarısı onunsa yarısı benim, halkımın mutluluğu için, çırpınır canım. "
Ayla amcasına karşılık vermemiş ve Keloğlan'dan yana dönmüş.
Keloğlan:
" Şimdi madem ki siz eski padişahın evlatlarısınız. O zaman, şey canım, siz ikiniz de padişahsınız. Taht geniş, bir tahta iki padişah oturmaz diye bir kanun yok ya. Siz ikiniz tahta oturursunuz olur biter, yani ben çözüm yolunu böyle buldum. "
Keloğlan'ın bu sözleri üzerine herkes birbirine bakınmış. Amca gidip kardeşini kafesten çıkarmış. Üç yolcuyla kederli gelen uçan halı, beş yolcuyla neşeli bir şekilde başkente yumuşak iniş yapmış. Daha sonra sarayda düzenlenen bir törenle tahta iki padişah oturmuş. Kişisel hırslara kapılmadan, halkın menfaatini düşünerek, sevgiyle, iyilikle ülkeyi yönetmişler. Böylesi daha iyi değil miymiş, ne demek tahtı ele geçiren şehzade padişah olurmuş ve kardeşlerini halledermiş? Keşke birlik olsaydınız ve güç birliği yapsaydınız. Biri padişah diğeri ordu komutanı olabilirdi. Devlet meseleleri üzerinde ortak kararlar alanabilirdi.
Bu arada Keloğlan ile Ayla evlenmişler. Ayla saraydan ayrılmak istememiş, Keloğlan da onunla birlikte sarayda yaşamak zorunda kalmış. Keloğlan hep çarşıda, pazardaymış. Halktan kopmamış ve halkın sorunlarını padişahlara anlatmış. Kardeş padişahlar, hazinenin değil, halkın cebinin dolu olmasına özen göstermişler. Çarşıda, pazarda köylüler takılırmış Keloğlan'a, Keloğlan Sultan derlermiş ama Keloğlan bunları önemsemezmiş:
" Benim sultanlığımdan ne olacak canım. Eskiden başım keldi, kafamda saç yoktu. Şimdi sultan olduysak ne değişti? Kafamda yine saç yok ve başım yine kel, deyince köylüler kahkahalarla gülermiş.
SON